Krizler, savaşlar, sınır sorunları, kaynakların paylaşımındaki anlaşmazlıklar, etnik milliyetçilik hareketlerinin doğurduğu çatışmalar, yeni nesil virüsler, siber tehditler, çevre kirliliği, artan doğal afetler… velhâsıl bir krizler çağında yaşıyoruz ve yaşadığımız krizler giderek derinleşiyor. Artık tehdit algısı bütünüyle değişen, sadece askeri ve (konvansiyonel, sofistike ya da nükleer) fiziki tehditlere odaklanmayan, giderek genişleyen bir küme haline gelen kapsamlı bir güvenlik anlayışı (comprehensive security) dünyaya egemen olmaya başladı. Bu kadar çok karmaşık hale gelen, katmanlaşan ve hibrit bir yapıya bürünen bölgesel ve uluslararası güvenlik problemleri karşısında tüm dünyanın beklentisi “hegemon güç” rolüyle sistemi domine eden ABD'nin bu yeni nesil ve hibrit güvenlik sorunlarıyla mücadele ederek çözüm yolları geliştirmesi idi. Oysa ABD dünyanın jandarması rolünü oynamayı bıraktığını sadece kendi ulusal çıkarlarını düşündüğünü (America First!) çoktan ve Trump'un ilk başkanlık devri ile ilân etmişti bile… Covid-19 Pandemisi ile gördük ki dünyada bariz bir küresel lidersizlik krizi var… Peki 1945-1990 arası dönemde SSCB ve ABD olmak üzere iki süper gücün altında kamplara ayrılan ve bloklardan oluşan dünya bir alışkanlık haline getirdiği bir patronun kanatları altına sığınma huyundan kolay kolay vazgeçebilecek mi? Ya da ABD küresel hegemon rolü oynamaktan artık imtina ediyorsa yeni hegemon güç ve dolayısıyla büyük patron (big boss) kim olacak? Çin mi? Rusya mı? Yoksa hiçbiri mi? Bazılarının sıkça dile getirdiği gibi çok -merkezli/çok kutuplu (multi-polar) bir dünyaya mı evriliyoruz?
Aslına bakılırsa; dünya tarihi bize uluslararası politikada egemen güç haline gelen aktörlerin (sözgelimi geçmişten günümüze; Roma, Osmanlı İmparatorluğu, İngiltere/Britanya ve ABD) bu konumlarının ilanihaye devam etmediğini, gücünü çeşitli alanlarda tüketerek bitiren küresel hegemonun bir süre sonra yerini sivrilen başka bir güce bıraktığını (ya da bırakmak zorunda kaldığını) göstermektedir. Yine uluslararası ilişkiler teorisyenlerinden George Modelski dünya tarihinde egemen süper güçlerin yaklaşık 100 yıllık dönemlerle sistemin başat gücü olduğunu ve gücüne meydan okuyanla savaşırken ya da rekabet ederken aradan sıyrılan başka bir alternatif gücün sistemin başat aktörü (hegemon) haline geldiğini söylemektedir. ABD'nin İngiltere'den devraldığı hegemon güç rolü ve 1945'ten itibaren SSCB ile mücadelesi kapsamında dünya politikasına etkin bir şekilde egemen olduğunu varsayarsak ve Modelski'nin 100 senelik periyotunu ölçüt kabul edersek Amerikan hegemonyasının kısa bir ömrü kaldığını ifade edebiliriz. Keza doğudan yükselen güç Çin, çeşitli açılardan Amerikan hegemonyasına meydan okuması yanında bir zamanlar Rusya'nın selefi SSCB'nin yaptığı gibi bu hegemonya modeline ekonomik, kültürel ve normatif açıdan tam bir alternatif de ortaya koyamamaktadır.
Ancak dünyanın çeşitli coğrafi bölgelerinde (Asya-Pasifik, Ortadoğu, Afrika, Latin Amerika vb.) Washington ile Pekin'in güç rekabeti oldukça belirgin bir şekilde göze çarpmakta, özellikle ticari ve ekonomik alanlarda yükselen Çin'in bu etkinliğini sınırlamak için Trump'un başlattığı ticaret savaşları ile Çin'e karşı uyguladığı yüksek gümrük duvarları hepimizin dikkatini çekmektedir. Bunu dışında Çin, stratejik olarak niteleyebileceğimiz bir yaklaşımla daha çok dikkat çekmeden, sessiz bir biçimde ilerlemeyi ve özellikle ticari, ekonomik, diplomatik ve kültürel alanlarda dünya sathına yayılmayı öncelemekte, bunu da küresel güç rekabetinin bir unsuru haline getirmektedir. Literatürde “yumuşak güç unsurları” olarak da adlandırılan bu yol ve yöntemlerle ABD'nin global ölçekteki etkisini sınırlamaya ve tıpkı Rusya gibi güç boşluklarını doldurarak ilerlemeye çalışan Çin, Tayvan konusunda ise tam tersine pek tavizkâr davranmayarak “sert güç” enstrümanlarını önceliyor.
Etkilerini her alanda hissedebileceğimiz bu küresel bilek güreşinde askeri harcamalar ve temel makroekonomik göstergeler bakımından hâlâ ABD'nin bariz bir üstünlüğü görülse de Çin'in kısa ve orta vadede bu açığı kapatacağı argümanları da sık sık karşımıza çıkıyor. Yine bir zamanlar SSCB'ye uyguladığı gibi Çin'e karşı da Asya Pasifik'te, Latin Amerika'da, Ortadoğu ve Afrika coğrafyalarında bir “çevreleme stratejisi” uygulayan Washington, dünyayı bir ağ gibi saran filoları, istihbarat şebekesi ve kuvvet komutanlıkları ile deyim yerindeyse Pasifik de bir kuş uçsa ya da bir balıkçı teknesi denize açılsa anında haberdar oluyor. Çin yerinde duruyor mu peki? Elbette hayır. Ama yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bu yarış ve/veya güreşte daha başka yöntemleri tercih ediyor. Meselâ; Ortadoğu'da açık bir şekilde İsrail'i kollayan Amerikan dış politikasının karşısında konumlanarak BM platformlarında Filistin ulusunun tezlerine ağırlık veriyor, Filistinli devlet-dışı aktörler El-Fetih ve Hamas'ı Pekin'de bir araya getirerek diyalog kurmalarını sağlayan yapıcı ve diplomatik bir rol oynuyor ve bu aktörlerin “Ulusal Birlik Hükümetini” kurmalarına yardımcı oluyor. Yine bu yumuşak güç politikası kapsamında kimlik ve mezhep bakımlarından ayrışan İran ve Suudi Arabistan gibi hasım aktörler arasında ilişkilerin normalleşmesi için arabuluculuk görevi yerine getiriyor. Keza ABD tarafından yaptırımların adresi haline gelen ve uluslararası toplumdan yalnızlaştırılmaya çalışan Tahran'la yakın bir geçmişte Çin'in 25 yıllık “stratejik anlaşma” imzaladığını da unutmayalım.
Etkileri birçok alana yayılan ve biraz da Soğuk Savaş dönemini anımsatan “küresel bilek güreşinde” tarafların zayıf yanlarını birbirlerine karşı bir avantaj olarak kullanmaktan çekinmediğini ve araçsallaştırdıklarını da belirtmek gerekmektedir. Halihazırda Pekin'in Doğu Türkistan'daki insan hakları ihlallerini zaman zaman gündeme getirerek Xi Jinping yönetimine karşı baskı uygulamaya çalışan Washington'un Venezuela üzerindeki baskısı da bu ülkenin Çin ve Rusya ile geliştirdiği ekonomik ilişkileri ve ticareti kırmaya yönelik. Birçok Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkesinde yaygınlaştırdığı “Konfüçyüs Enstitüleri” ile kültürel yayılmasına devam eden Çin, kara kıtadaki “borç tuzağı (debt trap)” yaklaşımı ile tepki çekerken ABD'nin Pasifik'te kurduğu “AUKUS” tarzı yeni ittifaklar da bir tehdit olarak algılanıp dengelenmeye çalışılıyor.
ABD'nin temsil ettiği ancak birçok açıdan çok zayıflayan Batı dünyasının başat ve egemen rolü karşısında konumlanan Çin ve müttefiki Rusya dışında küresel ölçekte Türkiye, Brezilya, Hindistan, AB gibi diğer etkili aktörlerden bahsetmek mümkün. Keza bu yüzden yeni dönem hakkında “çok merkezlilik” yorumları rağbet görüyor. Türkiye'nin bu küresel bilek güreşinde taraf tutan değil başlı başına ayrı bir taraf olduğunu baştan söyleyelim. Ancak Pekin ile Washington merkezli zaman zaman gerilen, bazen de tansiyonu düşen bu rekabetten Ankara etkilenmiyor mu? Elbette etkileniyor ve bunların siyasi, diplomatik, askeri, ekonomik yansımalarını da bizatihi görüyoruz. Dünya daha Covid-19 Pandemisi esnasında küresel tedarik zincirlerindeki aksamadan ileri gelen global ekonomik resesyonu üzerinden atamamışken Trump'un tarife savaşları Doğu-Batı gerilimini ve küresel finans şoklarını tetikliyor. Neticede Anadolu'da harman yerinde tütününü tüttüren köylümüz Ahmet Amca dahi etkileniyor. Keza dolarizasyon temelinde işleyen dünya ekonomisinin Batı piyasalarına bağımlı yapısı yanında bir de “kelebek etkisi (butterfly effect)” diye tarif ettiğimiz bir durum var. Bu da iki küresel devasa güç arasındaki rekabet ve tansiyonun yerele kadar uzanan ekonomik, ticari, toplumsal ve teknolojik etkilerinin ve aynı zamanda köklerinin olması demek.
Halihazırda birçok krizlerle boğuşan uluslararası sistem bir de sık sık şahit olduğu Washington-Pekin arasındaki küresel bilek güreşinden de fazlasıyla etkileniyor. Mevzubahis küresel bilek güreşinin etkileri ve dinamikleri için ise daha büyük resme odaklanmak gerekiyor. O nedenle bkz: tekrar yazının başına (Küresel Bilek Güreşi”) dönüyoruz. ↑
Dr. Mehmet BABACAN \ Timeturk