“Statükoya bağlı kalmak olmaz,
Genişleme eğiliminde dinamik bir devlet kurduk.” (David ben Gurion)
“İsrail Başbakanı ABD'nin dış politikasının belirlenmesinde
kendi ülkesinin dış politikasının belirlenmesinden daha fazla etkiye sahiptir.” (Paul Findley)
13 Ekim 2025 tarihinde Mısır'ın Şarm el-Şeyh kentinde “Ortadoğu Barışı 2025” başlığı ve teması altında gerçekleştirilen zirve, şüphesiz Ortadoğu çapında büyük ve tarihî bir gelişmeyi simgelemesi yanında aynı zamanda bölgesel aktörlerin hemen hepsinin akın ettiği diplomatik bir müzakere olarak basına yansımış ve uluslararası kamuoyunun dikkatini üzerinde toplamıştır. Şarm el-Şeyhte kurulan barış masası bilindiği gibi; arabulucu niteliğe haiz Katar ve Mısır gibi ülkeler üzerinden ateşkes teklifinin Hamas tarafından kabul edildiğinin bildirilmesi ve İsrail kabinesinin de onayı üzerine kurulmuştur. 7 Ekim 2023 tarihinden günümüze yaklaşık 2 yıldır Gazze Şeridinde devam eden katliam, soykırım ve yüzyılın en büyük insani felâketi böylelikle bir nebze de olsa duraklamış ileriye yönelik olarak ufak da olsa bir umut belirmiştir. Diplomatik açıdan özellikle MİT Başkanı İbrahim Kalın özelinde somutlaşan Hamas'la kurulan güçlü iletişim yanında yine Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan'ın aktif bir biçimde sergilediği “lider diplomasisi” bu süreci ortaya çıkaran en değerli katkıların başında gelmekte olup keza bu durum ABD Başkanı Trump'un söylemlerine de güçlü bir biçimde yansımıştır.
Ateşkes ve Trump Planı'na Dair
Öncelikle belirtmek gerekir ki Ortadoğu ve Filistin siyasetinde önemli ve etkili bir devlet-dışı aktör olarak konumlanan Hamas'ın silahlı kanadı “Kassam Tugaylarının” 7 Ekim 2023 tarihinde gerçekleştirdiği “Aksa Tufanı Operasyonu” sonrasında İsrail ordusunun (IDF) “meşru müdafaa” ve “güvenlik” gerekçeleriyle kapsamlı bir işgale giriştiği Gazze, modern dünyanın tüm değerleriyle imtihandan geçtiği bir savaş alanına dönüşmüştür. İsrail'in açlığı da bir savaş aracı olarak kullanmaya başlaması, karadan ve denizden ablukayı kırmaya yönelik küresel sivil girişimleri terör yöntemleriyle durdurmaya kalkışması Tel Aviv'e karşı öteden beri yükselen uluslararası tepkileri artık durdurulamaz bir noktaya ulaştırmış, birçok ülke İsrail'e yaptırım uygulamaya başlamıştır. İç siyasette rehine aileleri başta olmak üzere savaş karşıtlarını, askerlik yapmak istemeyen Ultra Ortodoks Yahudileri (Harediler) ve muhalefeti bastırmakta güçlük çeken Netanyahu yönetimi bir süre sonra toplumsal kutuplaşma ve muhalefeti yönetemez hale gelmiştir. Bölgesel ve uluslararası çapta ise birçok Batı başkentinin de dahil olduğu kalabalık bir devletler grubunun Filistin devletini tanıyacağını ilan etmesi ve Eylül-2025 itibarıyla tanımaya başlamaları, birtakım siyasi liderlerin Uluslararası Adalet Divanı'nın (ICJ) kararından ötürü topraklarına girdiği anda Netanyahu hakkında yasal işlem uygulayacağını bildirmesi de Tel Aviv yönetimini giderek köşeye sıkıştırmış ve uluslararası arenada yalnızlaştırmaya başlamıştır. İç siyasi ve toplumsal gelişmelerin yanı sıra Netanyahu rejimine devletler düzeyinde yükselen itirazların çoğalması ve tepkilerin karşılanamaz bir düzeye gelmesi sürekli Washington ile dirsek teması halinde olan İsrail'in kırılgan da olsa geçici bir barışa, ateşkese “Evet” demesini doğurmuş; yerel, bölgesel ve küresel katmanlardaki meydan okumaları ve tepkileri karşılamakta zorlanan terör devleti, Trump marifetiyle de olsa diplomatik açıdan aksiyon almak zorunda kalmıştır.
ABD Başkanı Trump tarafından şekillendirilen 20 Maddelik bir plana dayanması nedeniyle “Trump Planı” olarak adlandırılan bahse konu barış planı hakkında son sözü baştan söylemek gerekirse ne bir barış ne de Gazze ve Gazzeli/Filistinli Araplar ve Hamas açısından bir gül bahçesi vaat eden adil ve kapsamlı bir reçete. Trump'un ilk başkanlık döneminden de hatırlayacağımız üzere yoğun ve muazzam bir Yahudi Lobisi etkisi altında görev yapan Trump ve ekibi (bu arada Dışişleri Bakanı, danışmanlar vb. birçoğu keza Yahudi ve Siyonist) bariz bir biçimde İsrail'in çıkarlarını önceleyen bir politik saikle hareket ediyorlar. Daha önceki “Yüzyılın Anlaşması”, “Kudüs'ün Başkent İlanı”, “İbrahim Anlaşmaları” gibi girişimlerde bunu somut bir biçimde görmüştük. Yaklaşık dört aşamadan oluşan şu an medyada öne çıkarıldığı şekliyle sadece IDF'nin Gazze'den geri çekilmesi, silahların susması, Gazzelilere yardımların ulaştırılmasıyla başlayan planın Gazze'nin yeniden inşası, İsrail askerinin tamamen çekilmesi ve Hamas'ın kendini feshetmesi gibi noktalara odaklanan diğer aşamaları ise şimdiden merak konusu.
Çünkü 1967 sınırlarında başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir Filistin devleti kurulmadıkça kendini feshetmekten ve silahlarını teslim etmekten yana olmayacağını açıklayan Hamas'a getirilen bu şart ve yükümlülük ne hikmetse İsrail ordusuna getirilmiyor ve Tel Aviv'in tekrar Gazze ve Batı Şeria'da kapsamlı bir işgale girişmeyeceğinin de bir garantisi yok. Hatırlanacağı üzere zirve sonrasında açıklama yapan Sayın Erdoğan da buna kapsamlı bir barış belgesi olarak bakılamayacağını şu an söz konusu olanın ateşkes olduğunu ifade etmiştir. Üstelik ortada kapsamlı bir barış olarak sunulan Trump Planının iki-devletli çözüme ya da bağımsız bir Filistin Devleti'ne odaklanan tek bir maddesi ya da ifadesi dahi yok. Ayrıca ortaya konan barış girişimine İsrail'in ne ölçüde riayet edeceği de kocaman bir soru işareti. Çünkü katil Tel Aviv rejimi 1948'den bu yana “barışı” “yeni savaş hazırlıklarına başlamak için bir mola” şeklinde anlıyor. Şu an bahse konu ateşkes sonrasında hazırlanan bu yeni savaşın ise İran'a karşı ikinci savaş mı yoksa başka bir savaş mı olacağı ise yoruma açık tabii…
Tel Aviv'in Lûgatında Barış diye bir kelime yok!
Hamas, El-Fetih gibi Filistinli devlet-dışı aktörler yanında tarihsel olarak savaş halinde olduğu Arap koalisyonundan gelen barış tekliflerini sürekli “karşı tarafın bir zayıflık göstergesi” olarak yorumlayan, yine yakın tarihte ateşkes imzalamasına dahil Lübnan'a saldıran İsrail'in barışa uyma konusunda hayli kötü bir sicile ve kabarık bir sabıkaya sahip olduğunu bölgedeki bütün aktörler pekâlâ biliyor. Bunun yanında tarihinin en sağcı hükümetiyle yönetilen İsrail toplumu her ne kadar esirlerin teslim edilmesi için protestolar düzenleyerek sokağa dökülse de Gazze'deki soykırıma ses çıkarmayan bir profile ve sırf Araplarla barış anlaşması (Oslo-1994) imzaladığı için kendi Başbakanını (İzak Rabin) öldüren radikal bir geçmişe sahip. Şu an için Tel Aviv'in Gazze'deki soykırımı tekrarlamaması ve barışı bozmaması için tek geçer akçenin Trump'un “Gazze'de artık savaş yok!” gibi aşırı iddialı söylemleri ile ondan daha fazla garantör ülke olarak yer alan Türkiye'nin kararlı ve güçlü duruşu. Eylül ayında gerçekleşen “Doha Saldırılarının” ardından bölgedeki güvenlik mimarisinin transformasyona uğraması ile körfez ülkeleri başta olmak üzere bölgesel aktörlerin ABD yanlısı dış ve güvenlik politikalarını gözden geçirmesi TelAviv-Wasginton ittifakına yönelik rağbeti bölgesel ölçekte zayıflatmıştır.
Yine bariz bir biçimde sahada gerileyen İran etkisini de dengeler bir biçimde bölgedeki majör aktörler olarak yer alan Türkiye, Mısır ve Suudi Arabistan'ın yanında Katar gibi sistemlerin barışa riayet konusunda göstereceği direnç ve kararlılık İsrail yanlısı Washington politikaları karşısında tek sigorta niteliğinde. Çünkü İsrail'in barışa riayet konusunda güvenilirliği sorgulamaya açık. Tarihsel olarak Tel Aviv'in 1990'lardaki “Ortadoğu barış sürecini” sabote eden davranışları ve saldırıları az önce de ifade ettiğimiz gibi bizi bu konuda İsrail'in kötü bir sicile sahip olduğu kanısına yönlendirmekte. Bu nedenle bölgedeki revizyonist ve saldırgan diğer politikaları kapsamında komşuları ve Ortadoğu'nun diğer aktörleri ile yaşadığı sorunlar yanında özellikle Filistin Sorununda İsrail ile kalıcı ve sürdürülebilir bir barışın inşasının imkânsıza yakın derecede çok zor olduğunu belirtmek durumunda kalıyoruz. Çünkü tarihsel olarak Filistin sorununda özellikle çözümü güçleştiren temel konular olan; “Kudüs”, “işgalci/yasa-dışı yerleşimler” ve “Filistinli mülteciler” konusunda bugüne dek tek bir adım dahi atmayan Tel Aviv, aksine halihazırda olduğu gibi uluslararası hukuka aykırı olarak yeni yerleşimlerle işgallerini hızlandırdığı Batı Şeria'yı da çoktan yutmaya başlamıştır.
Son Söz
Sonuç olarak; Hamas'a ve Filistinlilere “barış” adı altında sunulan sözde plan (Trum Planı) ise bir zamanlar Kutsal Roma İmparatorluğu için söylenen “ne kutsal, ne Romalı ne de İmparatorluktu” sözünü hatırlatır bir biçimde “ne adil”, “ne kapsamlı” ne de “bir barış”…
Dr. Mehmet BABACAN \ Timeturk