Giderek çok-aktörlü ve çok-merkezli bir hale gelen uluslararası politikada öteden beri tartışılan hatta teorik/kuramsal arka planı da bulunan konulardan biri de dış politikada kimlik öğelerinin rolü ve iç siyasetin yansımaları olmuştur. Aslında sosyal bilimsel her tartışmada olduğu gibi dış politika ve uluslararası ilişkiler de kesin/katı bir determinizm içermemesi ve empirik elverişsizliği nedeniyle sorulan her soruya nerden baktığınıza farklı olarak çoğu zaman değişik cevaplar verebilmektedir.
Tarih boyunca üzerinde yaşadığımız coğrafya birçok savaş ve barışa tanıklık etmiş, yüzyıllar boyu egemenlik süren iktidar merkezlerinin yıkılışı yanında yeniden doğuşlara da sahne olmuştur. İnsanın varoluş öyküsünden bugüne toplumsal yaşamın merkezinde yer alan siyaset kendi kuralları çerçevesinde işlerken dışarıyla olan ilişkiler de yine üzerinde mutabakata varılan egemenliğin yaşatılması ve bu egemenliğin geçerli olduğu sınırlar içerisindeki siyasi teşkilatın, menfaatlerinin korunarak, yaşatılması olmuştur. Türk devlet geleneği özellikle kuruluş ve yükseliş safhalarında önemli askeri zaferlere, kahramanlık destanlarına dayanırken ordu-millet söyleminin hem somutlaşmış hem de efsaneleşmiş örneklerini yansıtır. Nasıl ki; Osmanlı tarihinde “Niğbolu Zaferi”, “Kosova Savaşı”, “Varna Muharebesi” eşsiz ve önemliyse genç cumhuriyeti doğuran “Sakarya Savaşı”, “Büyük Taarruz” ve “Çanakkale Savunması” da dünya tarihine damgasını vuran bir siyasi, askeri galibiyet örneğidir. İşte bu yüzden eskilerin çokça sözünü ettiği “sen kim olduğunu unutsan da hasmın/düşmanın seni unutmaz” tümcesi aynı zamanda dış dünyanın bizi tarif ederken kullandığı kimlik unsurlarına ve sabitelere zaman ve mekâna bağlı olmayan değişmez bir algı ile yaklaştığını anlatmaya çalışmaktadır.
Misâlen; 1990'ların başında Sovyet İmparatorluğunun çökmesiyle dış politikada sloganlaşan “21. Asır Türk asrı olacak” ya da “Adriyatik'ten Çin Seddine Türk dünyası” gibi söylemler, Orta Asya, Kafkasya ve Trans-Dinyester gibi bölgeleri “arka bahçesi” olarak görmeye devam eden Rusya Federasyonu gibi Sovyet ardılı sistemlerin ve İran gibi diğer bölgesel aktörlerin Türkiye'nin bölgeye yönelik hamlelerine şüpheyle yaklaşmalarına yol açmış hatta kimi zaman mezkûr coğrafyalarda Türkiye'nin etkinliğini sınırlayıcı politikalar devreye koyulmuştur. Aynı şekilde daha yakın ve güncel bir örnek vermek gerekirse; Gazze'de görev yapması planlanan uluslararası barış ve istikrar gücüne Türk askerinin de dahil olmasına şiddetle karşı çıkan İsrail, Washington'un böyle bir politikayı tercih etmesini engellemeye çalışırken diğer yandan Netanyahu'nun basın sözcüsü; “(…) bölgede geçmişte olduğu gibi günümüzde ve gelecekte Türk askerinin postalının yere basmasına izin verilmeyecektir!” gibi açıklamaları sarf edebilmektedir. Keza İsrail başta olmak üzere Ankara karşıtı kampta yer alan aktörler Türkiye'nin Neo-Osmanlı bir projeksiyon üzerinden hareket ettiğini değerlendirmekte ve bunu engellemeye kararlı olduklarını da açıkça ifade etmektedirler.
Coğrafya fark etmeksizin kimliğin dış politika üzerindeki etkisini dünyanın her yerinde gözlemlemek mümkündür. Keza “bilge kral” olarak gönüllerde yer etmiş merhum Aliya İzzetbegoviç'in çok manidar olan; “Sırplar bize Türk derdi, Müslüman olduğumuz için. Bosna'da kim Müslüman ise Türk'tü. Aslında onlar bizi Müslüman diye ayırmıyorlardı, bize Türk diyorlardı. Sırpların gözünde 1389 Kosova Savaşı'nda burayı fetheden Türkler bizdik yani.” sözleri bu açıdan büyük önem taşımaktadır. Aynı şekilde duayen tarihçi, dünyaca ünlü hocamız Prof. Dr. Halil İnalcık Batı'nın Hristiyanlık ve Yunan felsefesinden beslenen temellerinden bahsettikten sonra 1453 tarihinde İstanbul'un Türklerin fethiyle Roma/Bizans'tan koparılmasının Batı dünyasında yarattığı ağır travmayı; “Batı hiçbir zaman ne İstanbul'dan ne de Ayasofya'dan vazgeçmedi” diyerek vurgulamaktadır.
Uluslararası sistemde din, ideoloji, etnik köken, kültürel unsurlar gibi etmenler üzerinden tanımlanan kimlik yanında bir devletin/ulus-devletin iç siyasi gelişmeleri de büyük oranda dış politikasını da etkilemekte ve yönlendirebilmektedir. Bu durum çoğu kez siyasal erki (iktidar) elinde bulunduranların yönetim anlayışı, ideolojisi, ülkedeki iç-ekonomik koşullar, toplumsal dinamikler gibi birçok faktöre bağlı olarak gelişme gösterse de iç politika ile dış politika arasında güçlü bir bağ ve ilişki olduğu genel kabul görmektedir. Yine bu hususu da biraz daha açmak ve somutlaştırmak bakımından örneklendirmek gerekirse bugün birçok politikacı, siyaset bilimci, araştırmacı ve yazar Saddam Hüseyin'in 1990 yılında Kuveyt'e saldırma sebebinin yaklaşık 8 yıl süren (1980-88) İran-Irak Savaşının kayıplarını telafi etmek, iç siyasette tükenen kredisini ve popülaritesini yeniden artırmak ve iflas eden kamu maliyesine yeni kaynak bulmak yani kısaca iç siyasi nedenler olarak belirlemektedir. Yine yaygın tercih edilen bir yöntem olarak Doğu'dan Batı'ya Kuzey'den Güney'e bugün birçok siyasi lider, hükümet ve devlet başkanı iç siyasette zaman zaman yaşanan tıkanmaları, krizleri, meşruiyet problemlerini, ekonomik darboğazları örtbas etmek ve halkın dikkatini başka yöne çekmek için bir dış tehdidin varlığını gündeme getirmekte, hadi bilimsel ve akademik kavramsallaştırmayla ifade edelim belli bir konuyu “güvenlikleştirmeye” çalışmaktadır.
Kısaca dış politikaya yön veren sayıca fazla değişken, aktör ve faktörün yanında kim olduğunuz yani kimliğiniz ile iç siyasette şu an veya yakın bir geçmişte ne yaşadığınız da büyük önem taşımaktadır.
Dr. Mehmet BABACAN \ Timeturk