İki önceki hafta, merkez bankalarının faiz kararlarının ekonominin kılcal damarlarına nasıl ulaştığını, yani “Parasal Aktarım Mekanizması”nı ele almıştık. O yazı, direksiyonun nasıl çalıştığını, kararların hangi yollarla piyasaya iletildiğini anlatıyordu. Ancak her karmaşık sistemde olduğu gibi, bu işleyişin de bir yakıtı ve genellikle sadece bilançolarda saklı kalan, vatandaşın doğrudan fark etmediği ama sonuçlarını bizzat pazar torbasında, mutfağında, sofrasında gördüğü bir ‘perde arkası' var.
Para politikasının etkilerini anlamak, sadece resmî tabloları okumak değil, resmî söylemin ötesine geçmeyi gerektirir. Şimdi perdeyi biraz daha aralayalım ve o ekonominin gölge tiyatrosunda paranın ‘kimin için' ve ‘nasıl' vücuda getirildiğini, bu simyanın toplumun ruhunda oluşturduğu etki ile birlikte konuşalım.
Matbaanın Sessiz Hışırtısı: Para Nasıl “Türetilir”?
Modern ekonomilerde “para basmak”, artık sadece darphanedeki makinelerin çıkardığı o mekanik hışırtıdan ibaret değil. Bugün para; matbaadan ziyade merkez bankasının bilançosu üzerinden, kamu borçlanma araçları, ticari bankaların kredi türetme kapasitesi ve dijital likidite yönetimiyle vücuda getirilir. Bu süreçte para, kâğıttan ziyade birer elektronik sinyal olarak ekonominin damarlarına zerk edilir.
Küresel literatürde “Parasal Gevşeme” (QE) veya “Niceliksel Gevşeme” olarak bilinen bu süreç; yani merkez bankalarının piyasaya doğrudan likidite pompalayarak çarkları döndürme hamlesi, özellikle pandemi döneminde bütün dünyada bir “kurtarıcı” olarak sunuldu. Ancak Türkiye örneğinde bu mekanizma, yerel dinamiklerle birleşince çok daha farklı bir tabloya dönüştü. Buradaki kilit aktör, Devlet İç Borçlanma Senetleri'dir (DİBS). Mekanizma teknik görünse de işleyişi son derece hayati bir zincire dayanır: Devlet DİBS ihraç eder; bankalar bu senetleri alır ve nakit ihtiyacı duyduklarında “repo” aracılığıyla Merkez Bankası'ndan likidite sağlar. Nitekim bu zincirde devletin ihraç ettiği borç, bankacılık sistemi üzerinden taze bir likiditeye dönüşür. Bu taze kaynak, sadece banka bilançolarını genişletmekle kalmaz; aynı zamanda bankaların kredi verme iştahını yapay bir şekilde besleyerek “borcun borçla fonlandığı” bir kredi genişlemesini tetikler. Böylece devletin kâğıdı, piyasada harcanmaya hazır canlı bir nakit akışına ve yeni bir borç sarmalına evrilir.
Yani: Devlet borçlanır → Bankalar bu borcu bilançoya alır → Merkez Bankası likiditeyle fonlar → Para arzı genişler.
TCMB verilerine baktığımızda; 2023 başında yaklaşık 350 milyar TL olan emisyon hacminin, 2025 sonunda 1 trilyon TL sınırına dayanması, bu gölge tiyatrosunun en somut kanıtıdır. Bu devasa artış sadece rakamsal bir büyüme değil; aslında toplumun gelecekteki alım gücünden, bugünün acil ihtiyaçlarını karşılamak adına yapılan büyük bir transferdir.
Cantillon Etkisi: Yeni Para İlk Kime Ulaşır?
Ekonomide paranın miktarı kadar, o paranın sisteme “nereden” girdiği de kader tayin edicidir. İktisat literatüründe “Cantillon Etkisi” olarak tanımlanan bu gerçek, yeni türetilen likiditenin topluma eşit dağılmadığını, aksine bir “öncelik sırası” oluşturduğunu söyler.
Yeni para önce banka bilançolarına, büyük finansal aktörlere ve kamu ihale zincirlerine ulaşır. Bu “şanslı ilk alıcılar”, para henüz değerini kaybetmeden, yani enflasyonist dalga çarşıya ulaşmadan harcama yapma veya varlık edinme gücüne sahip olur. Para, dalga dalga yayılarak halkın geneline —yani sabit gelirli memura, işçiye ve emekliye— ulaştığında ise çoktan raflardaki fiyatları şişirmiş, paranın alım gücünü eritmiş olur. Sözgelimi, paranın kime önce ulaştığı, o kişinin enflasyon karşısında bir “kazanan” mı yoksa “kaybeden” mi olacağını belirleyen görünmez ve adaletsiz bir terazidir. Bu durum, sadece bir ekonomik veri değil, aynı zamanda toplumsal adalet duygusuna vurulmuş sessiz bir darbedir.
Tıkalı Kanallar: Yatırım Yerine Tüketim
Bu gölge tiyatrosunda sahnelenen en büyük illüzyonlardan biri de düşük faizle ekonomiyi canlandırma çabasıdır. Hükümetler; sermaye yatırımlara gitsin, fabrikalar kurulsun ve istihdam artsın diye faizleri aşağı çeker. Kâğıt üzerinde bu bir “can suyu”dur. Ancak makalenin başında değindiğimiz o güven iklimi zedelenmişse, para asla üretime giden yola sapmaz. Yatırımcı, önünü göremediği ve paranın değerinin her gün eridiği bir ortamda on yıllık bir fabrika yatırımı yapmak yerine; ucuz krediyi alır almaz tüketime (ithal araç, lüks tüketim) veya spekülatif alanlara yönlendirir. Nitekim tarlayı sulasın diye bırakılan su, tarlaya ulaşmadan yoldaki devasa tüketim çatlaklarında kaybolur. Bu durum arzı artırmak yerine talebi kışkırtır ve basılan her kuruşun dönüp dolaşıp enflasyon ateşini daha da hararetlendirmesiyle sonuçlanır. Yani can suyu, yanlış kanallara aktığı için bizzat yangının yakıtı haline gelir.
Enflasyon: İmzasız Bir Vergi Makbuzu ve Sosyal Aşınma
Resmî söylemde merkez bankaları “fiyat istikrarı” için büyük bir mücadele verdiğini söyler. Ancak madalyonun arka yüzünde enflasyon, aslında “enflasyon vergisi” (seigniorage) olarak bilinen, dünyanın en sessiz ve en kaçınılmaz vergisidir. Devlet, parlamentodan bir vergi yasası çıkarmadan, cebinizdeki paranın değerini eriterek toplumun tasarruflarından pay alır.
Bu verginin bir makbuzu, bir ödeme günü yoktur; farkına varmanız için market etiketleriyle o buruk diyaloğa girmeniz yeterlidir. O, her sabah kahvaltıda tabağınızdan eksilen bir zeytin tanesiyle, her ay sonunda biraz daha zor ulaşılan bir ihtiyaçla sessizce tahsil edilir. Bu yöntem kamu borç yükünü nominal olarak hafifletip çarkları kısa vadede döndürse ve ekonomiyi canlı gösterse de uzun vadede borçluyu (özellikle büyük sermayeyi) güçlendirirken, tasarruf sahibi orta sınıfı ve ücretli kesimi reel anlamda bir yoksulluk sarmalına iter. Burada asıl aşınan sadece para değil, bireyin geleceğine duyduğu güvendir.
Kendi Kuyruğunu Yutan Yılan: Fiyat-Ücret Sarmalı
Bu noktada gölge tiyatrosunun en dramatik sahnesi olan “Fiyat-Ücret Sarmalı” devreye girer. Enflasyon vergisiyle alım gücü eriyen çalışanlar, hayatta kalabilmek için haklı olarak daha yüksek ücret talep ederler. Ancak bu mali simya sisteminde, artan ücretler işletmeler için yeni bir maliyet kalemi haline gelir. İşletmeler bu maliyeti karşılamak için ürünlerine tekrar zam yapar ve bu döngü, ‘kendi kuyruğunu yutan bir yılan' gibi ekonomiyi yiyip bitirmeye başlar. Bu sarmal, matbaanın ürettiği o sessiz hışırtının, sokakta nasıl bir gürültüye ve kaosa dönüştüğünün resmidir. Ücretler artar ama raflar daha hızlı koşar; neticede eldeki para artmış görünse de tabağa düşen lokma küçülmeye devam eder.
Varlık Transferi ve Sosyal Kolonların Sarsılması
Likidite bolluğu (QE etkisi), sadece ekmek fiyatını artırmaz; aynı zamanda likiditenin ilk durakları olan konut, hisse senedi ve altın gibi varlık fiyatlarını da yukarı iter. Bu noktada ekonomi yönetimi trajik bir yol ayrımına girer. Varlık sahibi olan kesim, bu mali simyadan servetini katlayarak çıkarken; başını sokacak bir ev hayali kuran genç nesiller, fiyat artışlarının çok gerisinde kalarak “mülksüzleşme” gerçeğiyle yüzleşir.
Merkez bankalarının bu mali simyası burada hayati bir sınav verir. Amaç, ekonomiyi ayakta tutan taşıyıcı kolonları yıpratmadan sistemi yönetmektir. Zira kontrolsüz parasal genişleme, politikacıya ve piyasaya zaman kazandırır; ancak bu zaman bedava değildir. Bugün “ekonomi dönüyor” diyerek kazanılan o zaman, doğru yönetilmezse yarın toplumun huzurundan, liyakatinden ve orta sınıfın varlığından misliyle geri alınır.
Beklentilerin Psikolojisi: Yarının Korkusu Bugünün Harcamasıdır
Bu gölge tiyatrosunun en az konuşulan ama en yıkıcı sahnelerinden biri de toplumsal davranıştır. İnsanlar paranın değerinin sürekli eridiğini gördüklerinde, rasyonel bir korunma içgüdüsüyle ‘önden yüklemeli talep' oluştururlar. “Bugün almazsam yarın daha pahalı olacak” düşüncesi, aslında paranın asıl fonksiyonu olan ‘değer saklama' özelliğinin yok olduğunun ilânıdır. Bu durum, enflasyonu besleyen bir canavara dönüşür ve insanların sadece parasını değil, sabrını ve nezaketini de tüketir. Ekonomideki bu teknik tıkanıklık, nitekim sokaktaki gerginliğin ve sosyal dokudaki bozulmanın da başat müsebbibidir.
Son Söz: Suyun Temizliği ve Geleceğin İnşası
İki hafta önceki yazımızda “suyun tarlaya ulaşmasından” bahsetmiştik. Şimdi bu tabloyu tamamlamalıyız: Suyun tarlaya kayıpsız ulaşması teknik bir başarıdır; ancak o suyun temiz olup olmadığı ve tarlasını suladığı çiftçinin mahsulünü gerçekten besleyip beslemediği toplumsal bir başarıdır. Eğer o su, tarlanın bir kısmını bereketlendirirken diğer kısmını tuz gölüne çeviriyorsa, orada bir mühendislik harikasından değil, bir yıkımdan bahsedilir.
Para politikası sadece bir aritmetik meselesi veya bilanço yönetimi değildir; o, kimin alın terinin korunacağına ve kimin zenginleşeceğine karar veren en büyük toplumsal tercihtir. Modern ekonomilerde paranın “görünmeyen gölge tiyatrosu”, nihayetinde toplumun en çıplak ve en yaralı hayatına dokunur. Ekonomik istikrar sağlanırken bu bedelin kim tarafından ödendiği sorusu sorulmadan yapılan her teknik analiz eksik kalmaya mahkumdur.
Unutulmamalıdır ki; para sessizdir ama onunla yapılan adaletsizlikler bir ülkenin kaderinde en gürültülü depremleri meydana getirebilir. Politika yapıcılar teknik hesapları yaparken, bu mali simyanın halkın sofrasındaki yankısını ve yarattığı derin servet transferini de hesaba katmak, sadece ekonomik değil, ahlaki bir zorunluluktur.
MURAT ERGÜVEN / TİME TURK