Uluslararası sistemde giderek artan ve çeşitlenen güvenlik problemlerinin devletleri birçok katmana dağılan alanda tehdit etmeye başlaması, ittifakların değişmesi ve alternatifler yaratması, ABD'nin küresel liderlik rolünü oynamaya eskisi kadar heves etmemesi deyim yerindeyse “oyunun şartlarını” değiştirmiş ve yeni bir düzen yaratmıştır. Kimilerinin artan ve hibrit bir karakter kazanan tehdit formlarına atıfla “küresel belirsizlik çağı” kimilerinin ise Washington ittifakı karşısında yükselen alternatif güç merkezlerini öne çıkararak “çok-kutupluluk (mult-polarity)” olarak isimlendirmeye başladığı içinden geçmekte olduğumuz dönüşüm çağı her açıdan birçok şeye gebe. Eski sistemin tüm kurum, yapı ve normlarıyla tamamen ortadan kaybolup yok ol(a)madığı yeni düzenin ise berrak bir varlık göstererek doğ(a)madığı bu geçiş evresi aslında aynı zamanda eski sistemi/düzeni yıkacak ve yeniyi de var edecek belirleyici dinamikleri de bünyesinde barındırmakta. Yeniye olan dilsel kavramsallaştırmalar yanında ekonomik, hukuki ve siyasi boyutlarıyla çok-kutuplu bir dünyanın gözlerimiz önünde inşa edildiğine de şahit olmakla birlikte ABD'nin eskisi kadar baskın olamadığı ve hegemonyasını ulusal çıkarlarının gerektirdiği alanlarla sınırladığı böyle bir konjonktür küresel ve bölgesel yeni aktörlere alan açarak güç boşluklarını doldurma fırsatı vermiştir.
Bu süreçte sözgelimi ekonomik olarak başta Rusya ve Çin'in girişimleriyle Asya kıtasında dolar yerine ulusal para birimlerinin çok-taraflı ticaret ilişkilerinde kullanımının teşvik edilmesi, BRICS, ŞİÖ veya TDT (Türk Devletleri Teşkilatı) gibi uluslararası örgütlerin sistemdeki etkinliğini gün geçtikçe artırması, küreselleşme karşısında bölgeselleşme eğilimlerinin güç kazanması bahsettiğimiz çok-kutuplu sistemin ekonomik, askeri, siyasi ve diplomatik yansımalarına örnek olarak verilebilir. Peki ABD'nin tek egemen/hegemon güç olmadığı birden fazla küresel aktör arasındaki belli bir güç dengesini ifade eden “çok-kutuplu sistem” modern ulus-devletlerin dış politika yapma ve/veya dış politikada kara verme usullerini nasıl etkileyecek?
Aslında dönüşenin sadece “sistem” olmadığından, klasik modern devlet algısının/anlayışının da çoktan değişmeye başladığından söz etmek mümkün. Bugün egemen birer siyasal sistem olarak konumlanan devletler ulus-altı ve ulus-üstü düzeylerde birçok aktörün egemenliğine çeşitli paydalarda ortak olduğu, baskı gruplarından sivil toplum kuruluşlarına, çok-uluslu şirketlerden kartllere, meslek odalarından uluslararası örgütlere kadar uzanan, geniş bir yelpazede tanımlanan organizasyonların etkinliğini sınırlayabildikleri siyasal bir aygıta dönüşmüş durumdadır. İç siyaseti olduğu kadar dış siyaseti de ilgilendiren kararlar alınırken mevcut birçok ulus-altı ve ulus-üstü düzeydeki aktörün görüşü alınmakta, toplumsal konsensüsü bozacak veya ulusal birliği tehlikeye düşürecek bir duruma fırsat verilmeyerek, ayrışma ya da çatışma yaratmayacak politikaların benimsenmesine özellikle dikkat edilmektedir. Bu durum özellikle çok-boyutlu bir bakış açısı ile beraber karar-verici konumundakilerin her türlü muhasebeyi yaparak ve ulusal faydayı gözeterek en doğru karar vermelerini zorunlu kılmaktadır ki keza dış politikada karar vericilerin “rasyonel aktörler” oldukları varsayılır.
Türkiye gibi birçok çatışma bölgesinin tam ortasında yer alan tarihi, kültürel, etnik ya da kimliksel diğer nedenlerden ötürü yakın çevresinde cereyan eden gelişmelere kayıtsız kalamayan bölgesel bir aktörün çok-kutupluluğa doğru evrilen bir dünyada takip edeceği dış politika gündemi şüphesiz sistemdeki diğer aktörleri ve komşularını da yakından ilgilendirmektedir. Nitekim dünya artık ne eski Soğuk Savaş dönemindeki iki-kamplı dünyadır ne de ABD'nin sevinç sarhoşu olarak global gelişmelere kafasına göre şekil vermeye giriştiği 1990'ların dünyasıdır. Çin doğudan yükselen devasa bir ekonomik ve politik/diplomatik aktör olarak Washington'u doğrudan tehdit ederek AUKUS gibi yeni ittifak projelerine yol açarken Putin önderliğindeki Rusya; Kırım-Güney Osetya-Ukrayna düzleminde devam eden yayılmacı ve saldırgan politikalarıyla NATO'yu ve Avrupalı aktörleri tehdit etmektedir. Ortadoğu yakın tarihin her döneminde olduğu gibi başta İsrail-Hamas/Hizbullah/İran arasındaki çatışma ve gerilimlerle yine bir “ateş çemberi” iken Güneydoğu Asya'da (Pakistan-Hindistan), Afrika'da (Somali) bariz güç mücadeleleri ve meydan okumalar her an yeni çatışmalar üretebilecek bir potansiyel taşımaktadır. Ortadoğu'dan Kafkasya'ya Doğu Akdeniz'den Afrika'ya ve Balkanlar'a, Doğu Avrupa'dan Karadeniz'e kadar uzanan geniş bir jeopolitikte askeri, siyasi, ekonomik ve diplomatik olarak boy-gösteren Türkiye bu geçiş-evresinde yaptığı ve yapacağı eylemlerle şekil almaya çalışan yeni çok kutuplu dünyada önemli bir güç merkezi olarak konumlanmaya çalışmaktadır.
Ankara'nın giderek çok-kutuplu bir karakter kazanmaya başlayan uluslararası sistemde yeni ve büyük stratejisi “sürdürülebilir kalkınma” ile Soğuk Savaş döneminden bugüne sistemde taşımış olduğu “orta büyüklükte güç/devlet (OBD)” veya “bölgesel aktör/güç” vasfını aşarak küresel ölçekteki gelişmelere ve dinamiklere yön veren “küresel bir aktör” konumuna erişmektir. Türkiye'nin Afrika kıtasında uzun bir zamandan beri aktif bir biçimde uyguladığı yumuşak güç politikaları Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) bünyesinde benimsenen politikalar, BRICS üyeliği girişimleri ve global çatışmalarda (Rusya-Ukrayna, İsrail-Hamas) takınılan barışı önceleyen diplomatik rol ve diğer çabalar Türkiye'nin küresel bir aktör konumuna erişme gayesine hizmet etmektedir. Ayrıca siyasi iradenin beyan ettiği “dünyanın en gelişmiş ilk 10 ekonomisinden biri olma”, “yerli ve milli savunma sanayiinin” küresel çapta ses getirerek hem dışa bağımlılığı azaltması hem de Ankara'nın bu alanda önde gelen ihracatçılardan biri olması biraz da bu kapsamda düşünülmelidir.
Çok-kutuplu bir sistemde küresel bir güç ve aktör vasfına erişebilmek için atılan hamleler teknik, fikirsel, ekonomik, siyasi ve toplumsal çok güçlü bir altyapıyı gerektirmesi yanında şüphesiz maliyetli ve riskli bir süreçtir. Kaldı ki diğer küresel ve bölgesel aktörler bağlamında çeşitli aşamalarda söz konusu olan meydan-okumalar, tehditler ve komplolar her zaman ihtimal-dahilindedir. Ancak 1945 sonrası Soğuk Savaş döneminde iki-taraftan birini (Doğu Bloku-Batı Bloku) zorlanan Türkiye, sistemik şartlar içinde bir tercih yapmaya zorlanırken dönemin Cumhurbaşkanı merhum İsmet İnönü süper güçler arasında kalmayı “ayı ile yatağa girmek” olarak özetlemiş ve o dönemdeki dış politika yapımının zorluklarından bahsetmişti. Keza Soğuk savaş sonrası dönemde ise Türkiye, ABD tarafından dayatılan global stratejiye uygun hareket etmesi istenen “köprü” bir ülke olarak değerlendirilmişti. Çok-kutuplu bir karakter kazanan yeni uluslararası sistemde Türkiye'nin hazırlanmaya çalıştığı yeni rol yukarıda bahsettiğimiz bu “yazılanı oynayan” değil bizzat “oyunu yazan” ya da “oyunu-kuran” olmaya yöneliktir.
Dr. Mehmet BABACAN\ Timeturk