Bugün memleketin adalet terazisi, iktidardakilerin şımarıklığının en acı meyvesi olarak neredeyse işlemez hale geldi. Öyle bir noktadayız ki mübaşire hâkimliği yakıştıracak kadar pervasız, hukuku keyfine göre eğip büken bir zihniyet yargıya çökmüş durumda. Yılların cezasızlık konforu, adalette oyuncağa dönüşmüş bir mekanizma bıraktı. Mahkemeler hakkı değil talimatı esas almaya alıştı. Adalet, kibirli bir aynaya döndü; taraflı, çürümüş, güven vermeyen.
Buraya bir günde gelinmedi. Vaktiyle bu ülkenin inançlı kesimleri başörtüsü yasaklarıyla, imam-hatiplerin kapısına vurulan kilitlerle terbiye edilmek istendi. Bazı “derin akıllar”, baskının öfkeyi radikalleştirmesini bekledi. Olmadı. Toplumun inanç damarı kopmadı, kalınlaştı, direnç kazandı.
Sonra taktik değişti. Birikmiş enerji kontrollü kanallara akıtıldı. Siyasal İslam'ın mürşitleri tek tek sahneye sürüldü. Erken doğum teşvikiyle Refah iktidarı denendi, 28 Şubat'la devrildi, deneme yarım bırakıldı. Arkasından Fazilet, kongrede yarıldı, kapandı. Yerine AK Parti ve Saadet gibi iki yol açıldı. Eşzamanlı olarak sivil toplum ve cemaat kisvesiyle örgütlenen yapılara alan açıldı. Mütedeyyin kitle parti rozetleriyle bölündü, “hizmet” diyerek devletin içine sızan yapılar tarafından soğuruldu. Bir araya gelip köklü bir değişim talep edebilecek damar, bilinçli biçimde liflerine ayrıldı.
Nihai hamle AK Parti eliyle yapıldı. 14 Ağustos 2001'de kurulan parti, iktidara geldikten kısa süre sonra İstanbul'daki bir sempozyumda yeni rotayı açıkladı. “Dini toplumsal bir değer olarak önemseriz ama din üzerinden siyaset yapmayız, devleti dinî dönüşüme uğratmayız” minvalindeki beyanlar, İslamcılık defterinin sessizce kapatıldığını ilan ediyordu. Vesayetçi akıl derin bir oh çekti. Kısa vadeli rahatlama, uzun vadeli krize dönüştü.
Muhafazakâr taban için bu sözler soğuk bir duştu. Millî Görüş'ün yerini muhafazakâr demokrasi aldı. Kitleler itiraz etmek yerine bunu “strateji” saydı. Kimileri de demokrasinin geçici bir araç olduğunu, zamanla Şeriat-ı Garra'nın ruhuna yaklaşılacağını düşündü. Sonraki icraatlar bunun tersini gösterdi. Başörtüsü yasağı kalktı, imam-hatiplerin önü açıldı; hepsi “inanç özgürlüğü” başlığı altında seküler hukukun diline tercüme edilerek. Faiz, kumar, fuhuş düzeni ise el değmeden büyüdü. Hatta alkollü içki, piyango, bahis, kredi ve faiz piyasaları önceki dönemleri fersah fersah geçti. Böyle bir tabloda “İslami devrim” iddiası kendini kandırmaktan başka bir şey değildi.
Sonuçta AK Parti, muhafazakârlığı seküler Cumhuriyet'in iç teminatı gibi konumlandırdı. Dini devlet katında vitrinin süsü ve kitle mobilizasyon aracı kıldı. “Seküler İslam” diye anılabilecek bir idare tarzı palazlandı. Dindarlık topluma renk verirken siyasal ve hukuki rejime yön veremez hale geldi. Kitle, sistemle uzlaşmanın konforuna razı oldu.
Bugün bu “ılımlı” deneyin iflasını izliyoruz. İktidar, bütün sermayesini tek bir kişi kültünün etrafında eritti. Kurumlar gölgeye sığındı, yeni fikir ve kadro yetişmedi. Ana gövdenin toplumla rabıtası zayıfladı. Çöküşü önlemek için çevre, çıkarcı ve sadakatsiz destekçilerle dolduruldu.
Böyle bir yapının gerçek adalet üretmesini beklemek safdillik. Dün vesayet altında adalet arayanlar, bugün yeni bir vesayetin gölgesinde hukuku ayaklar altına alıyor. Yargı hakkaniyet beklemiyor, talimat bekliyor. 2010'larda “paralel” pespayelerin kalkışmalarıyla tasfiye edilenlerin yerine aceleyle atanan genç hâkim-savcılar, dünün zabıt kâtipliğinden bugün kürsüye taşındı. Simgelerle oynanan, krizden beslenen bir yargı tiyatrosundan hukuk çıkmıyor. Yıllanmayan kötü sirkeye dönmüş bir sistemle yaşıyoruz.
Daha acısı, toplum bu çürümeyi kanıksamış görünüyor. Vaaz kürsülerinde anlatılan cansız Tanrı tasavvuru, iradeyi dış etkene bağlayan edilgen bir inanç kalıbı olarak yerleşti. Bunalımını aydınlığa çeviremeyenler karanlığı maharet sayıyor. Böyle bir vasatta ne inkılap beklenir ne sahici ortak akıl.
Laiklik meselesi tam da burada karşımıza dikiliyor. Bir kesimin kırmızı çizgisi, diğerinin tabusu olan bu kavram, bir dönem İslam inkılabına gönül veren zihinler için Tevhid'i bölecek kadar tehlikeliydi. “Din ile devlet işlerinin ayrılması” cümlesi hançer gibi görüldü, laiklik Batı menşeli bir sapma sayıldı. Zamanla ne oldu? Dün laiklikten tiksinenler, bugün onun karikatürüne razı düştü. İlkesiz, köksüz, kimliksiz bir acemi laiklik türedi. Laikliğin de bir ahlâkı ve sınırı olduğunu unutan bu sürüm, dün savaştığı kılığa benzememek uğruna kavramı kendi eliyle zehirledi.
Din ile devleti ayırırken durmadılar. Eğitimi dinden kopardılar, ekonomiyi, hukuku, iktidarı sekülerleştirdiler. Toplumu parçalayıp aileyi inançtan soyutladılar. Hatta insanı dinden uzak tutan bir duyarsızlık ürettiler. Ritüel özden, dua niyetten, ahlâk anlamdan, ibadet içtenlikten boşaltıldı. Geriye vitrine uygun, kullanılmaya müsait bir dindarlık maketi kaldı.
Bugün neyin ne olduğunu konuşmak zor çünkü herkes her şeyi herkesten ayırdı. Ayrım artık tercih değil, hastalık. Oysa hakikat birleşme ister, parçalandıkça anlamı solar. Peki bunca ayrışmadan sonra toplumu nereye çağıracağız? Hangi öze, hangi hakikate, hangi ahlâka?
Şimdi son eşiğe geliyoruz. Söylenecek söz bellidir. Şımarıklığı siyasetin usulü yapanlar, gücü hakikatin üstüne koydular. Dün dindarlığıyla mağdur edilenlerin bugün güce tapınan muktedirlere dönüşmesi, bu ülkenin laikliğin ruhunu da inancın izzetini de yitirdiğini gösteriyor. Şımaranlar yalnız iktidar oldukları için değil, hakikati unuttukları için acınası hale geldi.
Velhasıl bu devrin çocukları inkılap umudunu kaybetti, inkılaba inanmayı bıraktı. Her şeyin yeri var, anlamı yok. Bu yüzden ne inkılap bekleyebiliriz ne sahici bir ortak us. Bildiğimiz tek şey kaldı.
Şımarmak!
Şimdi şımarmaz dediklerimizin şımarmalarıyla yorgunuz. Şımarmamak için dünün baskısını özler hale geldik. İnsanın hakikate olan iştahını kesmeyen o baskı rejimini özlemenin sarsıntısındayız…
Her şeye rağmen şımarmayacağız…
Şımaramayız!
İsmail Yurdseven \ Timeturk
https://x.com/ismail.yurdseven