İngiltere'nin kalbi Londra'da, Royal Albert Hall'da düzenlenen dünyaca ünlü BBC Proms festivalini gölgede bırakan sıra dışı bir an yaşandı. BBC Scottish Symphony Orchestra'nın konserini yöneten orkestra şefi Ilan Volkov, selamlama için sahneye geldiğinde müzik sustu ve sessiz salonda alışılmışın çok dışında bir konuşma yaptı.
“Kalbimde büyük bir acı var,” diyerek söze başladı Volkov.
“Ben İsrail'den geliyorum, orası benim evim. Ama şu anda olanlar akıl almaz boyutta korkunç.”
Gazze'deki sivil ölümleri, yıkılan hastaneleri ve açlıkla mücadele eden insanları sahneye taşıyan bir vicdan çağrısıydı. Tüm dünyada viral oldu. Hemen herkes Volkov'un bu açıklamasını izledi. Sözlerinde her iki tarafın acılarını işliyor, soykırım yapan Siyonistlerin kontrolden çıktığını ifade ederek toplumları protestoya davet ediyordu.
Yahudi'nin Masumiyeti Bir Tuzaktır.
Ve biz?
Bu videoyu manşetlere taşıdık. Hümanist çevreler editler yaparak viralleştirdi, Müslümanlar alkış tuttu. Hatta bir kısmımız, düşmanın “vicdanına” sarılarak avunmayı seçti. İşte tam burada durmamız gerekiyor. Çünkü bu masumiyet görüntüsü, yüzyıllardır bizi aldatan, zihnimizi felç eden en tehlikeli tuzaktır.
Seyyid Kutub'un sözünü hatırladınız mı?
“Amerika'dan nefret ediyorum; fakat Amerika'nın vicdanına sığınan Müslümanlardan daha çok nefret ediyorum!”
Bu savaş öyle bir savaş ki, ne dün başladı ne yarın bitecek. Bu, hafızamızı, kimliğimizi, inancımızı hedef alan bir savaş.
Düşman, yine masumiyeti bir silaha çevirmiş durumda. Tahrif ettikleri dinlerinin bir parçası olarak toplumsal vicdanı istismar ediyor, iktidarları yönlendiriyor, sahte barış ve sahte krizlerle bizi uyutuyor.
Ağzı irin dolu o pislik hâlâ “Bu toprak bizimdir” diyebiliyor, delili için dahi bize muhtaç ve fakat ABD bayrağının gölgesinde dünya halklarını manipüle edebiliyor. Hiçbir şeyi unutmuyorlar. Sadece Mesut Yılmaz'ı değil.
Bizse sahneden gelen birkaç cümleye sarılıp avutuluyoruz.
Bu, asırlık tezgâhın bir parçasıdır!
Müslümanların neredeyse bütün ihtiyaçlarını onlar belirliyor.
Telefonlarımızdan güvenlik sistemlerimize, yediğimiz domatesten okuduğumuz kitaba kadar her şeyimiz onların masasında planlanıyor. Hatta kefenimizi bile onlar tasarlıyor!
Bu yalnızca bir ekonomik bağımlılık değil, bir kimlik teslimiyetidir. İhtiyaçlarımızı belirleme gücü onların elinde olduğu sürece, bağımsızlığımızdan söz edemeyiz. Sadece dünyadaki ihtiyaçlarımızı da değil inanç ihtiyaçlarımızın da belirleyicileri bu global fahişeler değil mi?
Bu tezgâhı anlamadan hiçbir tepki sahici olamaz. Yahudiler tarihin her döneminde iktidarlara musallat olmuş, şantaj ve tehdidi ustalıkla kullanmış, dönemin tüm gelişmişliklerini sapkın din anlayışlarına uydurmuşlardır.
Nazi soykırımı bile bu tezgâhın bir parçası haline getirildi.
Kendi acılarını bir “endüstri”ye çevirerek, dünyanın vicdanını esir aldılar. Bugün “antisemitizm” sopasıyla en küçük itirazı susturabiliyorlar.
Tarih boyunca güce boyun eğer gibi yapıp, iktidarları yönlendiren, şantaj ve tehdidi ustalıkla kullanan ve dahi hiçbir şeyi unutmayan bir kavimden söz ediyoruz.
İtaat eder gibi görünürken ihaneti ilke edinmişlerdir.
Onların “sadakat”i, ihanetin başka adıdır.
Her zirveye sızmış, her çukuru kazmış, her dönemi planlamışlardır.
İhaneti akıl gibi, iman gibi meşrulaştırmış bir toplulukla karşı karşıyayız.
Ve bizim mahalle?
Protesto etme arzumuzu bile bunlara emanet etmiş.
Hicret'i bile onlar planlıyor, düzenliyor.
Kur'an'da otuza yakın geçen Hicret kavramına daha önce dikkat çekmiştim. Kırktan fazla geçen Cihat kavramını direniş için tekrar tekrar sloganlaştırırken, fethe giden yolun bazen Hicret olduğunu görmezden geliyoruz.
Çünkü kavramlarımız bile onların elinde.
Sloganlarımızı onlar yazıyor, öfkemizi onlar biçimlendiriyor.
Bizim öfkemiz bile onların masasından çıkıyor.
Şimdi
Volkov'dan asaleti mi öğreneceğiz?
Protestoyu mu? Kimin evinin neresi olduğunu mu?
Onların hümanizmiyle mi aklanacağız?
Bu şirinlikleri ile sapkın inanç ve eylemlerini masumlaştıracak mıyız?
Hayır!
Bu savaş romantizmle kazanılmaz.
Bu romantizmin bedelini geçmişte İsa ve müntesipleri biteviye ödedi ve halen ödemeye devam ediyor.
Bu savaşta “Ne güzel söylediler” diye sevinerek değil, düşmanı tanıyarak, düşmanlığımızı diri tutarak ayakta kalabiliriz.
Hucurât 49/14 – Süleymaniye Vakfı Meali:
Taşralı Araplar: "Biz de iman ettik!" dediler. De ki: "İman etmediniz. Ama '(Size) teslim olduk' deyin." İman henüz kalbinize girmedi. Allah'a ve elçisine içten boyun eğerseniz Allah, amellerinizin karşılığından hiçbir şeyi eksiltmez. Allah, çok bağışlayan ve ikramı bol olandır.
Süleymaniye Vakfı Açıklaması:
"Teslim olduk" ifadesi, "Allah'a teslim olma" anlamına geldiği gibi "barış ortamına girme" anlamına da gelir (Müfredat). Nitekim Sebe Melikesi Belkıs kendi tahtının Süleyman'ın (a.s.) yanına getirildiğini görünce şöyle demişti: "Sizdeki bu ilim daha önce bize anlatılmıştı. Biz de teslim olduk." (Neml 27/42). Bu, Süleyman'ın (a.s.) sahip olduğu ilme ve devlet gücüne teslimiyettir. Sonra onun Allah'a teslim olduğunu, kendisinin yanlış dinde olduğunu anlamış, o zaman Müslüman olmuştu (Neml 27/44). Yukarıdaki ayette sözü edilen çöl Arapları da Müslümanların üstünlüğünü ve gücünü görmüş, bu yüzden onlara teslim olmuşlar ama henüz iman etmemişlerdi. Eğer Allah'a teslim olmuş olsalardı ayette "İman etmediniz" denmezdi.
Bu ayet bize şunu hatırlatır:
Sahte teslimiyet iman değildir. Bunların sahte vicdanı ise asla sahici değildir.
Onların gözyaşına sevinmek, iman etmeyenlerin merhametine sığınmaktır.
Bu ne aşağılık bir tutulmadır.
Müslümanlar hâlâ romantik bir hayal peşinde. İslam coğrafyası dışında bir uyanışını gördüklerinde İslam'ın zaferi sanıyorlar. “Gazze'de kan döküldü, dünya halkları İslam'a yöneliyor” diye seviniyorlar. Kanları göğe saçıp yerden medet umuyor hale geliyorlar. Düşünseler…
Hidayet bir nimettir; Allah'ın hazırlayıp insana ikram ettiği en büyük lütuftur.
Çeşnisi cennetten, pişmesi cehennemin ateşindendir.
Bu nimet birine verilmemişse, kimsenin onu kendi gücüyle alması mümkün değildir. Hele ki bir kimsenin birine verebilmesi hiç mümkün değildir.
Bunca zulmü, bunca acıyı, katliamı ve açlığı gören o zevat hâlâ aynı inatla konuşuyor.
“İsrail” diyor…
İşgal ettikleri yere “evim” diyor.
Ve siz, hâlâ bu dinin mensubu olduğunu ifade eden birine Müslüman muamelesi yapacak kadar sevinebiliyorsunuz?
Utanın…
Unutmayın: Yahudilikten İslam'a geçişlerin sıhhati dahi tarih boyunca tartışma konusu olmuştur. Hadis kargaşasının, mezhep taassubunun, tarikat bolluğunun bir kısmı bu yüzden değil midir?
Kimi zaman sahih, kimi zaman tartışmalı rivayetlerle dolu bir tarih… Ve biz hâlâ düşmanlığımızı keskinleştirmek yerine masumiyet arıyoruz!
Hangi İslam'a yöneliyorlar?
Yahudilerin öğrettiği bir İslam'a mı?
Düşmanına düşman diyemeyen bir dine mi?
Bu romantizm, bu safdillik artık bitmeli.
İngiltere, asırlardır dinleri yönetmenin, manipüle etmenin en büyük merkezidir.
Bu ülkenin salonlarında bir orkestra şefi çıkıyor, gözyaşlarını paylaşıyor diye sevinecek hâlde olmamalıyız. Bu sözler bir vicdan çağrısı değil, alçak bir tiyatrodur.
“Orası benim evim” diyen bir işgalciye masumiyet atfetmek, kendi kardeşini parçalatmaktır.
Yahudilere şirin görünme çabası artık bitmeli.
Masumiyet maskesini yırtmalı, öfkeyi bir geleneğe dönüştürmeli, düşmanı tanıyıp düşmanlığımızı utanmadan haykırmalıyız.
İsrailiyat kavramını bilirsiniz. Bu, yalnızca tarihî bir teolojik tartışma değildir; İslam'ın bağrına yerleştirilmiş bir fitnedir. Bugün hâlâ hadis tartışmalarımız, mezhep çekişmelerimiz, hatta fıkhî ihtilaflarımızın çoğu bu zehrin eseridir. Asırlardır bizim dinimizi “bizdenmiş gibi” görünen alimler üzerinden tahrif ettiler. Bugün Müslümanların bir kısmı farkında bile olmadan İsrailiyatın en ateşli savunucusu gibi konuşuyor. Bu yalnızca bir itikad problemi değil, bir kimlik felaketidir.
Düşman sadece dışarıda değil, içerimizde de var. Münafıklarımızla hesaplaşmadan bu savaşı kazanamayız. Kendi toplumumuzun içinde düşmanla el ele vermiş, onu aklayan, onu masumlaştıran, onun kavramlarını bize benimseten bir zümre var.
Bunlara karşı öfkemizi diri tutmak, bir ahlak meselesidir.
Yahudilere olan öfkemiz, gelecek nesillere bırakacağımız en büyük miras olsun!