10 Kasım. Saatler kurulur, nefesler tutulur, kalabalıklar tek bir yöne dizilir. Dolmabahçe'nin loş odasında, hasta yatağına çevrilmiş bir odanın ölümü ebedîleştiren soğuk vitrini açılır; bir yatağın başucuna “ölümün timsali” asılır. Odayı gezen gözler aslında bir eşyayı değil, dayatılan bir hatırayı seyretmektedir: “Ölümün müzeleştirilmesi.” Selanik'teki evden Anıtkabir'in merdivenlerine uzanan çizgi, bir hatıra rotası olmaktan çıkmış, çocukluktan itibaren her zihne kazınan bir tapınma koridoruna dönüşmüştür. Bu koridor, bir kurucuyu anlamak için değil; geçmişi dondurup bugüne ikame etmek, yarını rehin almak için kuruludur.
Bu, bir ulusun zihnine yerleştirilen ölümsüzlük simülasyonudur. Ve simülasyonun en sadık teknisyeni, Türkiye'nin Atatürkçülük etrafında kümelenmiş sekülerizmidir. Bu kümelenme, kendisini “aklın, bilimin, ilerlemenin” tek adresi ilan ederek “irtica” yaftasını başkalarına savurur; ama bizzat kendi pratiklerinde dogmayı kurumsallaştırır. Mütedeyyinlere “gerilik” deyip duran bu ses, Dolmabahçe'nin ölüm odasında kıpırdamadan duran saati kutsar; Selanik'teki evi bir tür hac mekânına çevirir; Anıtkabir'i yalnız bir anıt değil, zihin mühendisliği istasyonu yapar. “İrtica” diye damgaladıkları şeyin, aslında kendi ritüellerinde nasıl yaşadığını görmek istemezler.
Sözde millî bayramlar ve anmalar—29 Ekim, 10 Kasım, 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos—her yıl tekrar tekrar sahnelenir. Sahnelenir diyorum; çünkü amaç hatırlamak değil, mühendisliktir. Daha ilkokul çağındaki çocuklara “büyük yas, büyük önder, tek kurtarıcı, tek rota” ezberi verilir. “Geçmişin travmaları” bayram afişlerinin, sirenlerin, törenlerin içine gizlenerek küçük zihinlere musallat edilir. Çocuk, henüz sormayı öğrenmeden, sorgulamamayı öğrenir. Bir ülkenin hafızası, yasın ve yüceliğin katılaşmış paketleriyle beslenirse, nesillerin göğsüne bir “hüzün zırhı” geçirilir; bu zırh, düşünceyi korumaz—tıkır tıkır kilitler.
“Cumhuriyet rejimi” sözde kutsallaştırılır. Fakat bu kutsallaştırmanın içi boş, dışı parlaktır: işletilememiş bir rejimin ikonografisi, halkın üzerine örtülmüş bir örtüdür. Yüz yıl geçti; hâlâ aynı sahneler, aynı sloganlar, aynı fotoğraflar, aynı anma takvimleri… Soru budur: Daha kaç yıl Türkiye, tek bir kişinin ölüm odasını müze yapıp, nesilleri bu müzeye zincirleyecek? Daha kaç yıl aynı metinleri çocuklara ezberletip, “millî olma”nın iradesini tek bir simgeye bağlayacağız? Millîlik, bir heykelin gölgesinde yaşamak mıdır; yoksa milleti bugünde ve yarında akleden, üreten, itiraz eden canlı bir şuur haline getirmek midir?
Buradaki seküler kümelenme millî değildir. Millî olan, milletin sürekli yenilenmesidir; tekil bir hatıranın ebedîleştirilmesi değil, çoğul akılların serbestçe konuşmasıdır. Oysa mevcut kült, devleti bir ritüel fabrikasına; toplumu, ritüel tüketicisine indirger. “Ulus”u yaşatan ortak akıl yerine, ortak yas öğretilir. Yasın kudsiyeti, eleştirinin ahlakını boğar. Ölü bir adam—evet, ölü—etrafında dönen bu kutsama, dâhilerin filizlendiği toprağı kireçler. Çünkü dâhiler, ikonun gölgesinde değil; özgürlüğün güneşinde yetişir.
“Devlet-i Osmaniye” bile böylesi bir ölümsüzleştirme saplantısına kapılmadı. Ecdadın mezarları muhafaza edildi; padişahlar hatırlandı; lakin ölüm odasının müzeye çevrilip çocukların sıraya dizildiği, kalabalıkların belirli saatlere göre duygusunu dayattığı tektip bir mabed devleti kurulmadı. O yüzden bugün Dolmabahçe'nin odasına bakınca, yalnız bir yatak değil, bir tasarım görüyoruz: İnsan varoluşuna aykırı, ölümsüzlük iddiası taşıyan, sonsuz yasın pedagojiye dönüştürüldüğü bir tasarım.
Bu tasarım, inanç sahiplerini yıllarca “irtica” diye yaftalayanların kendilerinde yaşayan dogmanın ta kendisidir. Kimi zaman “laik” etiketiyle paketlenir; kimi zaman “çağdaşlık” şiarıyla pazarlanır; ama özü değişmez: Eleştiriyi mahkûm eden, simgeyi kutsayan, fikri ritüele bağlayan bir mekanizma. Bunu sürdürmenin bugün ve yarın doğrudan bedeli vardır: dâhileri yok eder. Farklı konuşanları, başka düşünenleri, yeni yol teklif edenleri ya sessizliğe mecbur eder ya da ikonun içine çekip folklorik bir aksesuara dönüştürür. “Bakın, farklı seslere alan açıyoruz” derken, hepsini aynı vitrinin tozuna bulayıp etkisizleştirir.
Şimdi bir adım geri çekilip insanın çıplak gerçeğine bakalım: İnsan ölümlüdür. Ölümlülük, yaratıcı düşüncenin en büyük motorudur; tefekkürün, şükrün, tevazunun kaynağıdır. Ölümü sonsuz gösteriye çevirirseniz, varoluşu sonsuz ertelenmişbir ezbere dönüştürürsünüz. Ölümsüzlük simülasyonu, insanı hayattan, öz'den ve hakikatten koparır. Çünkü simülasyon, yaşayan anlamı çekip alır, yerine ölü bir anlamın sürekli tekrarlanan gölgesini koyar. Bugün 10 Kasım'da sergilenen “tören hassasiyeti”, ahlakın değil; alışkanlığın ve korkunun disiplinidir. Korku, itirazı yasaklar; alışkanlık, aklı uyuşturur.
Bizi “millî birlik” adına tek bir maskeye hapsettiler. O maske, bir yüzü yas, bir yüzü yüceltme olan ideolojik bir kartondur. Kartonun arkasında nefes alan bir toplum yok; senaryosu yazılmış bir kalabalık var. Senaryo, çocuk çağda ezberletilir: 23 Nisan'da ne hissedileceği, 19 Mayıs'ta hangi cümlelerin kurulacağı, 30 Ağustos'ta nelerin tekrarlanacağı, 29 Ekim'de hangi fotoğrafların paylaşılacağı, 10 Kasım'da nerede durulacağı… Peki, bütün bunlar bittiğinde kendi cümlemiz nerede? Kendi itirazımız, kendi teklifimiz, kendi yarınımız nerede?
Bu ülkede büyük düşünürler, büyük âlimler, büyük sanatkârlar—ve milyonlarca adsız emekçi—vardı, var. Onların hiçbirine böyle bir sonsuzluk vitrini kurulmadı; kurulmadığı için eserleri yaşıyor. Çünkü düşünce, heykelle değil hayatla nefes alır. Peygamberlerin bile hatırası, insanların kalbindeki ahlaki dönüşümle yaşadı; ölüm odalarıyla, dondurulmuş saatlerle, ikonografik ritüellerle değil. Biz ise bir liderin etrafına öyle bir perde gerdik ki, perdenin arkasında kalanın yalnızca bir ülke olduğunu fark edemedik.
“Cumhuriyet daha kaçıncı yılında bu hâli sürdürecek?” Soru basit ve artık kaçınılmaz. Kaçıncı 10 Kasım'daçocuklarımızın gözlerine aynı yas resmini basacağız? Kaçıncı 29 Ekim'de “özgürlük” diye bağırırken düşünceyi bir simgenin kalıbına dökeceğiz? Kaçıncı 23 Nisan'da çocuklara “çocuk olmayı” unutturup törensel yetişkinliğin kaskatı yüzünü maske diye takacağız? Kaç yıl daha millîliğin ölçüsünü, canlı fikir yerine, ölü bir odanın tefrişine bağlayacağız?
Daha acı bir gerçek: Bu ritüel kült, bizi tembelliğin konforuna alıştırdı. “Soru sorma, saygı duruşu yap yeter.” “Tartışma açma, töreni düzgün icra et.” “Yarın teklif etme, gecenin programı dolu.” Böylece asıl bedeli gelecek ödüyor: Büyük zekâlar iklim ister; ritüeller iklim değildir. Büyük cesaret serbest alan ister; ikonlar alan bırakmaz. Dâhi, tıkanmış bir geçmişin dekorunda değil; açık pencereli bir evde konuşur. Biz pencereleri yıllardır bantladık.
Buradan bir hakikate daha varıyoruz: Seküler kümelenme, millîlik iddiasına rağmen milletin ruhunu temsil etmez. Ruh, tek ses değil; hür çokluk ister. Hür çokluk, tek mabetle değil; bin manayla yaşar. Bu yüzden millîlik, bir simgeyi sonsuza kadar kutsamak değil; manayı her çağda yeniden kurma iradesidir. Simge, mana uğruna vardır; mana simge uğruna tutsak edilemez. Bugünkü kült, simgeyi ilaha, milleti cemaate, devleti törene, eğitimi protokole, düşünceyi prosedüre çevirmiştir.
Ve evet: Bu bir simülasyon çağının başlangıcıdır. Ölümsüzlük simülasyonu, gerçekliği ikame eder; anlamı görüntüye, fikri slogana, ahlakı koreografiye çevirir. Bu çağın en tehlikeli yanı, hiç kimsenin simülasyonda yaşadığını fark etmemesidir. Herkes “saygı” dediğini sanır; oysa icra ettiği şey, aklın ve vicdanın karantinaya alınmasıdır. Saygı, susturmaz; çoğaltır. Saygı, dondurmaz; diriltir. Diriltmeyen “saygı”, yalnızca korkunun diğer adıdır.
Şimdi, bugün, tam 10 Kasım günü, şu cümleyi kurmak zorundayız: Ölü bir adamı ölümsüzleştirme inadı, yaşayan bir milleti eksiltir. Bu inadın sürdürüldüğü her gün, dâhiler eksilir, teklif eksilir, ihtimal eksilir. Bir ülkenin en büyük zulmü kendi zekâsına olur; kendi zekâsını törensel bir kıyafete hapsetmek, zekâya reva görülen en ağır kıyımdır.
Yapılması gereken yalındır: Ritüelleri küçült, düşünceyi büyüt. Ölüm odalarını kapat, zihin odalarını aç. Anıtların gölgesini kısalt, çocukların ufkunu uzat. Millîliği bir heykelin dibine değil, fikirlerin cesur tartışmasına bağla. Geçmişi saygıyla taşı ama geleceğe rehin verme. Ve en önemlisi: yasın kutsiyetini, hürriyetin ahlakına feda etme.
Çünkü hakikat, heykellerin gölgesinde değil; özün sessizliğinde büyür. O sessizlik, korkunun değil; idrakin sesizliğidir. O sessizlikte herkesin putu devrilir; fakat insan nihayet yürümeye başlar.
Soru hâlâ masada ve cevabı ertelenemeyecek kadar yakıcı:
Bu simülasyon daha kaç yıl sürecek?
Türkiye, millî iradeyi ölümsüzlük vitrininin camına daha kaç defa yapıştıracak?
Çocuklarımızın zihinlerindeki kilidi açıp, dâhilerin nefes alacağı genişliği ne zaman kuracağız?
Cevap tek bir cümlede saklı: Saygı duruşu değil, özgür düşünce; yas değil, idrak.
Millî olan budur. Geri kalanı yalnızca sonsuz bir törenin kısır tekrarıdır. Hep uzun ve pek tabi ince…
Hakikate bir zerre faydası olan her ruha hürmetle…
İsmail Yurdseven \ Timeturk
10.11.2025 | İstanbul
https://x.com/ismail.yurdseven