…
Düşmüşüm bir çukura, canım yanıyor
Yaşasam mı, ölsem mi?
Karar vermek zor
Sene bilmem kaç…
Küçük terekli bir mutfak; camı, kömürlüğün olduğu kendi kadar bir bahçeye bakar. Mutfaktan çıkınca sağdaki kapıdan bahçeye çıkılır. Bahçede merdaneli çamaşır makinesi, boş meşrubat şişelerinin kasaları, nalburluk alet edevat, yosun tutmuş taşlar. Sola gitmez de dümdüz devam edersen az ötedeki kapı alaturka tuvalete, hemen karşısı kırık mermer fayanslı banyoya çıkar. Mutfaktan sola dönersen salon denen divanlı odaya varırsın; hanenin kalabalığı burada yaşar. Üç kapının kesiştiği yer: mavi boyalı demir kapı, yatak odası kapısı ve dayımın kutsal mabedi.
Evin her yerinde dantelli örtüler… Salonda, örtüsünü katlayarak açtığımız televizyon. Dayımın odasında koca büfe; cam bardaklar, eski vesikalıklar, onlarca kaset, kasetçalar. Kasnaklı dikiş makinesi bir köşede; üzerinde hep bir şeyler. Camı incir ağacına bakar; camı açınca dev yapraklar içeri uzanır. Güneş az girer ama aydınlıktır. Dayımın kilitli dolabı; içinde sıraları, aşkları, anıları. Kilidine dokunmayı düşünmek bile imkânsızdır.
Kapıdan çıkınca iki, üç odalık bir bahçe… Ortasında dişlenmesi zor kış armudu, köşede meyve verdiğini hiç görmediğim bir erik. Az ötede ekşiden tatlanmayan üzüm ve tazeliği hiç bitmeyen yaprakları. Bahçenin etrafı koca tahtalarla kaplı; dedemin çaktığı kapının menteşesi hep sorunludur. Yaz günleri rengârenk çamaşır mandalları, teller, penseler, kartonlar, jelatinler… Bir el pensesiyle tel tutar, diğer elle mandal geçirir, döndürürsün. Sonra kartonlara tutturulur, düzine düzine dizer, jelatinleyip çuvala atarsın.
Gecekondu derler bu eve; neden derler ki? Karşıda rahmetli süslü Şengül Abla, kızının güzelliği dillere destan. Yanında Erzincanlılar, öte yanında Konyalılar. Az aşağıda patatesçi; sokağın içinde Siirtliler; bitişikte Kürt pazarcılar; çaprazda memleketliler; bir diğer yanında Hamiye Teyze. Bıyıklarına özenen Şinasi Bakkal; sokağın başında kıraathane; cuma günleri pazar. Az aşağıda çingene mahallesi. “Bahçeye kilim, leğen bırakmayın,” derdi anneannem.
Hamsi sofraları kurulur; palamutun kara eti bal gibi gelirdi. Hava kararınca salata biter, suyuna ekmek banılırdı. Bazen çayın dibi tabağa dökülür, karanlıkta fark etmeden salatanın suyu diye çay çöpüne banardık ekmeği.
Ayşeciğin hikâyeleri; besmelesiz yemeğe başlayan yarım götün hadsizliği; aylak bakkalın halleri; Trakyalı gelinin hiç bitmeyen anlatıları… Sporcu kartları, boş sigara paketleri; kızların yaprakla, toprakla, kiremit tozlarıyla bulamaç ettikleri evcilikler, yakar top, çelik çomak, dokuz taş… Geceleri gökyüzünde yıldızlar görünürdü İstanbul'da.
O küçücük eve kimler sığmazdı ki… Yer yatağında, ağır yorganın altında sabah ne çabuk gelirdi. Önce çayın kokusu yayılır; sonra sofraya dizilirdi zeytin, peynir, reçel. Tek seferde biten Çokokrem açılır, bakkaldan sıcak ekmek gelirdi. Trakyalı gelin sabah namazından sonra uyumaz, hamurunu mayalar, pişi yapardı. Üç pişiye adam doyardı. Kimse aç kalmazdı.
Arada bir de bitlenirdik. Tahta kurusu denen o böcek de vardı. Kışın sobanın üzerinde güğüm kaynardı. Portakal kabuklarını sobaya koyar, gizliden naylon eritir, maşayla ateşe dokundururduk. Sokaktan seyyar eksik olmazdı; taksitçiler, tencereciler haftanın belli günleri gelirdi.
Bir gün… Sarma için kaynatılmış asma yaprağı tenceresi salonun ortasında. Köşemde çizgi film izlerken kalktım, ayağımı tencereye daldırdım. Yandı ki ne yandı… Feryat figan; merhemler, sargılar derken anneannemin evinden apartman dairesine geçtim.
Ayağımın üzerine basamadığım günlerde Nuran yengemizle karıştırdığım adıyla “Aşkın Nuranyenge”nin kaseti. Ve Ahmet Kaya'nın Sevgi Duvarı albümü. Ne anlıyorsam artık, tekrar tekrar dinliyordum:
Beyler deresinde kardaş, pusu kurdular
Dağda çadır çadır açtılar, tüfek çaktılar
İlker kardeşi canımdan, canımdan vurdular
Yaşasak mı, ölsek mi?
Karar vermek zor
Evde annemin ve babamın notları; arkalı önlü yazılmış kâğıtlar. Babamın okuyamadığım yazısı; annemin hayran kaldığım N harfleri. Televizyonu reddetmiş bir haneye giren tek ses: dışarının sesi ve Ahmet Kaya'nın sesi.
Kütüphanede İbn Teymiyye'nin eserleri, Seyyid Kutub'un Fî Zılâl il-Kur'ân'ı, Mevdudi'nin Tefhîmü'l-Kur'ân'ı, Hasan el-Bennâ'nın risaleleri, Ali Şeriati'nin Dine Karşı Din'i, İmam Humeynî'nin Velâyet-i Fakih'i, İbn Kesîr'in tefsiri, el-Elbânî'nin sahih hadis derlemeleri… Rafın öte ucunda Nazım Hikmet'in Memleketimden İnsan Manzaraları, Yaşar Kemal'in İnce Memed'i, Peyami Safa'nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Cemil Meriç'in Bu Ülke'si, Sezai Karakoç'un Diriliş Neslinin Amentüsü. Aynı rafta Necip Fazıl, Zeyneb Gazali, Muhammed İkbal. Hepsi ve daha niceleri yan yana; kimisi itiraz, kimisi hayranlık doğurur, ama hepsi aynı odada durur. Tevhid dergileri, Selam gazeteleri… Boş kağıtlar, kurşun ve tükenmez kalemler… Hep tamamlanmamış yazılar.
Okula gitmeden önce annem öğretmişti okuma yazmayı. İlkokul birinci sınıfta çok sıkılmıştım. Serviste saatlerce gidip geldikten sonra anneme “Bunlar aptal galiba, sürekli çizgi çizdiriyorlar,” dermişim. Radyo haberlerini umursamazdım. Babam esnaftı ama esnaf arkadaşları gelmezdi eve. Gelenler sabahlara kadar bir odada kapanır, hiç uyumazlardı. Tekvir Sûresi'ni okurdum. Gözlerimi kapar dağları yürütürdüm.
Yusuf'u zindana atmışlardı. İbrahim'i ateşe… Musa'nın peşinde firavun ve zihnimde denizler yarılırdı. Yedi uyuyanlarla uyur, Kıtmir gibi bir köpeğim olsun isterdim. Bıçağın kesmediği, ateşin yakmadığı, tufandan kaçar ve Cudi'ye otururdu zihnimin gemileri. Buzağıya tapanlar, putları kıran İbrahim, secde eden yıldızlar, susma orucunda Meryem… Çarmıha gereceklerdi İsa'yı. Elma yerine ellerini kesen kadınlar. Yusuf'un güzelliği, Adem'in yalnızlığı ve daha neler neler… Peygamber kıssalarını konu alan az resimli, koca puntolu, sadece kapağı renkli eserler.
Annemle sobalı odada nasıl vakit geçerdi… Kauçuk ağacımız vardı, dalları kocaman. Güneş vurduğunda şampanya renkli duvarlara gölgesi düşerdi. O gölgeler bazen sanki insan olurdu. Dışarı pek çıkmazdım; yaşıtım arkadaşım da yoktu. Sokaktaki çocuklar küfrederdi. Annem hep yıkardı bizi; hep temizlik yapardı ya da yemek. Ne istediğini, neyi çok sevdiğini bilmezdim ama babama âşıktı.
Babam spor ayakkabısının üzerine kumaş pantolon giyerdi; kışları gömleğinin üzerine kazak. Cam sil kokardı elleri; bazen de deri montları. Ellerini koklayarak uyumak isterdim. Öyle severdi ki, sevgisinden şımarmak aklıma gelmezdi. Sormayı öğretmişti bana. Bazen de “Hep soruyorsun,” deyip boş kaset koyardı. O kaseti dolduramadım.
Ayağım yanmıştı. Canım da.
İlker kardeşi canımdan, canımdan vurdular
Yaşasak mı, ölsek mi?
Karar vermek zor
Bu İlker kim, hâlâ bilmiyorum. Bir isim olduğunu bile yıllar sonra fark ettim. Ayağımı daldırdığım o kaynar tencere… Babamın hürriyetinde büyürken, onun düşlediği dünyanın sızısına büyüdük biz de.
Malatya'dan çıktım yola, yollar yanıyor
Düşman sarmış dört yanımı, kurşun saçıyor
Düşmüşüm bir çukura, canım yanıyor
Yaşasam mı, ölsem mi?
Karar vermek zor
Şimdilerde o günkü adamın yaşlarındayım. Sızı aynı, sancı aynı. Değişen sadece tencerenin artık yerde olmaması mı?
Yıldızlar…
Görünmüyor artık semada.
Sanırım secde de etmiyorlar.
Ne bana ne de … …
İsmail Yurdseven \ Timeturk