Eylem, protesto ve direniş sözcükleri birer eşya gibi yan yana dizildiğinde bile aralarında gerilimli bir tarih yatar. Yunanca praxis'ten gelen eylem, yapılması zorunlu olanın insani niyet ve bilinçle gerçekleşmesi demektir; protesto, Latince protestari'den türemiş olup tanık olmak ve kamunun huzurunda görüş bildirmek anlamına gelir; direniş ise Latinceden Türkçeye taşınmış resistere'nin izleriyle, karşı konulan bir güce yeniden durma ve dayanma halini ifade eder. Bu etimolojik kökenler, her kavramın farklı bir doğrudanlığını gösterir: eylem, bir iradenin dünyaya müdahalesi; protesto, muhatap alınan bir müstekbire haykırış; direniş, bir varoluş biçimi olarak sebat ve yeniden doğrulmadır.
İbn Haldun bu tür kavram ayrımlarını siyaset ve toplum üzerine düşünürken sezgiyle yakalar. Mukaddime'de toplumun refahının üretkenlik ve emek ile mümkün olacağını, birinin emeğini gasp eden her müdahalenin zulüm olduğunu söyler: “Medeni hayatın ve refahın, ticaretin iyi gitmesi insanların çalışmasına bağlıdır… Kişinin kendi emeğinin karşılığını alması haksızlık sayılmaz, haksızlık bir başkasının malını karşılıksız almaktır.” Ona göre zulmün temel biçimi, insanlardan mülkiyetlerini almak, onları fazladan yükümlülüklere sokmak ya da zorla çalıştırmaktır; bu tür baskı insanları üretimden soğutur ve toplumun çözülmesine yol açar. Devlet ve toplum, dayanışma yani asabiyyah sayesinde güçlü olur; kaynağı tüketilen adalet, toplumsal çözülmenin ve direnişin çöküşünün başlangıcıdır.
Michel Foucault iktidarı merkezî, tekil bir güç olarak değil, mikro ilişkilerin ağında dağılmış üretken bir olgu olarak okur. Onun ünlü formülü “iktidarın olduğu yerde direniş de vardır”, iktidarın yalnızca bastıran değil, aynı zamanda bilgi, söylem ve özne üreten bir şey olduğunu vurgular. İktidar bir kişinin elindeki şeye indirgenemez; ilişkiler içinde durmaksızın müzakere ve çatışma üretir. Bu perspektifte protesto, bu ağın görünür yerlere taşınmasıdır; direniş, iktidarın yarattığı öznenin kendi özgürlüğünü yeniden tanımlaması ve sahip olduğu iktidar noktalarını tersyüz etmesidir.
Frantz Fanon'un sömürgecilik analizi, eylem ve direniş arasındaki bağa farklı bir ışık düşürür. Yeryüzünün Lanetlileri'nde dekolonizasyonun her zaman şiddetle gerçekleşen bir olgu olduğunu, bir insan türünün yerine bir başkasının geçmesiyle bütün toplumsal dokunun yeniden örgütlendiğini söyler. Sömürge koşullarında şiddet, birey için bir arınma gücüdür: yerli insanın aşağılık kompleksini, çaresizliğini ve hareketsizliğini siler; ona korkusuzluk ve özsaygı kazandırır. Bu şiddet, sömürgecinin “yaşayan tanrı” rolüne başkaldırı ve öznenin kendi bedenini ve hayatını sahiplenmesi halidir. Fanon'un perspektifinde direniş, dilsel ya da sembolik bir protestodan fazlasıdır; varoluş mücadelesi ve kendiliğin yeniden doğuşudur.
Alain Badiou ise çağdaş isyan dalgalarını değerlendirirken anlık başkaldırı ile tarihselleşen isyan arasında ayrım yapar. Ona göre pek çok gençlik hareketi ve meydan işgali “tarihin yeniden doğuşu”nun habercisi olarak görülebilir; Mao'nun “Ayaklanmak haktır” sözünü hatırlatan bu anlar, sembolik mekânların işgali ve gerçek demokrasi talebiyle ortaya çıkar. Ancak bunlar çoğu kez “anlık ayaklanmalar”dır; tarihe mal olabilmeleri için yalnızca eğitimli gençleri değil, işçileri, kadınları ve tüm halk kesimlerini bir araya getiren, yeni örgütlenme biçimleri kuran “tarihsel ayaklanmalar”a dönüşmeleri gerekir. Batı tarzı demokrasi arzusunun tehlikesine dikkat çeker; hareketler geniş kitlelerle temas kurmaz ve sistem dışı bir siyasal ufuk inşa etmezse, kendilerini kapitalist düzenin daha inceltilmiş bir bağımlılığına teslim ederler.
Bu düşünürler ışığında kavramların çağrışım ve pratik boyutlarına bakıldığında eylem salt bir hareket değil, başka bir düzen arayışıdır; protesto, yasanın önünde tanıklık ve ifşa eylemidir; direniş ise öznenin kendi varoluşunu savunması ve yeni bir hayat biçimi kurmasıdır. Ne var ki yakın zamanlı bazı girişimler bu kavramları anlamdan boşaltan gösterilere dönüşebilmektedir. 2025'in sonbaharında İspanya ve İtalya'dan yola çıkan, elliden fazla küçük tekne ve yaklaşık beş yüz aktivist ile kurgulanan Sumud Filosu buna çarpıcı bir örnektir. Adını Arapçada “sebat etmek, direnç göstermek” anlamına gelen sumud kelimesinden alan bu filo, Gazze'deki ablukayı delme iddiasıyla yola çıktı. Uluslararası sulardan geçerken Siyonist donanmasının rotayı kesmeye hazırlandığı, bazı teknelere müdahale edildiği ve çok sayıda aktivistin gözaltına alındığı açıklandı. Uluslararası hukuk, 12 millik kara suları ve 200 millik münhasır ekonomik bölge dışında kalan açık denizlerde tüm devletlerin serbest seyir hakkına sahip olduğunu ve barışçıl gemilere müdahalenin hukuka aykırı olduğunu vurgular; uluslararası ulaşım sendikaları da sivil gemilerin uluslararası sularda saldırıya uğramasını hukuken ve ahlaken kabul edilemez bulduklarını duyurdu. Bu hukuki zemin, filonun “eylem” olmaktan ziyade “protesto” kategorisinde değerlendirilmesine yol açsa da iddia ile pratik sonuçlar arasındaki boşluk giderilemedi.
Siyonist sapkınların daha yola çıkmadan filonun ayrıntılarını öğrendiklerini, katılımcıları “terörist” ilan ettiklerini ve gemileri durdurma kararı aldıklarını duyurdu. Bazı Avrupa dışişleri bakanları ve kamuoyunda tanınmış kişiler filo için destek mesajları yayımladı; televizyon kanalları denizdeki tekne görüntülerini yayınladı. Böylece ablukayı delme girişimi, insani yardım söylemine bürünmüş bir medya olayına dönüştü. Gemilerin bir kısmının plastik ve tenekeden yapılmış olması ve kimi delegasyonların turist kafilesi havasında yolculuk etmesi, ciddiyeti zedeleyen görüntüler oluşturdu. Filonun adını aldığı sumud kavramı bile burada anlamını yitirir; zira sumud, Filistinlilerin günlük yaşamda gösterdikleri sabırlı direnişi, topraklarına kök salarak sürdürdükleri varoluş mücadelesini ifade eder. Gazze'nin her gün bombalanarak yüzlerce sivilin öldürüldüğü bir çağda tenekeden teknelerle sembolik abluka kırma girişimleri ne eylem, ne protesto ne de direniş kategorisinde sahici bir karşılık bulur; aksine bir “seyirlik” üretir.
İbn Haldun, devletin zulmünü ve keyfî el koymalarını tanımlarken bu tür gösterişin sebeplerini de açıklar; devlet güçlü görünmek için vergi ve angarya toplar, insanların malını zorla alır, onları üretimden soğutur ve toplumsal çöküşü hızlandırır. Sumud Filosu da, katılımcıların niyetleri samimi olsa dahi, devletin gaddarlığını besleyen bir “kumaş yırtığı” gibidir: Siyonist sapkınlar bu eylemi kullanarak kendi güvenlik söylemini pekiştirir ve “terörle mücadele” bahanesiyle daha büyük bir baskı uygular. Foucault'nun dediği gibi, iktidar ağının olduğu yerde direniş de vardır; fakat ağın ürettiği sahte dirençler iktidarı tahkim eder. Böylece hareket, protesto olma iddiasıyla direnişin önünü tıkar ve mücadeleyi sembolik bir gösteriye dönüştürür.
Tam bu noktada Badiou'nun eleştirisi anlam kazanır: Eğer bir başkaldırı, geniş halk kitleleriyle ortak bir proje kurmaz; yalnızca küçük bir orta sınıf ahlakıyla Batı'nın hoşgörüsüne sığınırsa daha sofistike bir boyundurukla sonuçlanır. Sumud Filosu, Türkiye, Mısır ya da Güney Afrika limanlarındaki işçileri, Filistin'in emekçilerini ve bölgenin yoksullarını bir araya getirmeden yola çıktı; bu yüzden anlık bir “haber” olmaktan öteye geçemedi ve sistem tarafından yutuldu. Seyyid Kutub'un Batı emperyalizmine dair teşhisleri burada yankılanır: Müslüman toplumlar uzun süre Batı'nın siyasi ve kültürel baskısıyla kendi değerlerinden uzaklaşmış; böylece sahici bir toplumsal inşa iradesini yitirmiştir. Batı'nın vicdanına sığınan ya da onun medyatik duyarlılığına göre eylem tasarlayan bir topluluğun, Filistin'in uğradığı katliam ve abluka karşısında gerçek bir direniş geliştirmesi mümkün müdür? Kutub'un düşünce ikliminden ilhamla, boykot ve silsileli sivil itaatsizlik yerine kahramanlık görüntülerine indirgenen “filo” gösterileri, Müslümanların kendi kudretlerine güvensizliğini ifşa eder.
Fanon'un deyişiyle sömürge şartlarında şiddet bir “temizleyici güç” olabilir; fakat burada kastedilen kör terör değil, sömürü ilişkisini ortadan kaldıracak devrimci dönüşümdür. Sumud Filosu'nun barışçıl ve sembolik eylemi, sömürgeci yapıyı sarsmaktan uzak olduğu gibi yerli halkın kendi kendine yeten mücadelesine gölge düşürür. Haldun'un adaletsizlik uyarısı, Foucault'nun iktidar–direniş paradoksu, Fanon'un devrimci şiddet telkini ve Badiou'nun kitlelere dayanan tarihsel isyan çağrısı; hepsi direnişin gerçekliğinin ancak toplumsal örgütlenme, bilinçli eylem ve uzun vadeli dönüşümle mümkün olacağını söyler. Sumud Filosu örneğinde ise eylem kavramı teatral bir girişime, protesto medya malzemesine, direniş ise tüketime tabi kılınmıştır. Özgün direniş, Gazze'nin sokaklarında, Nablus'un tarlalarında, Lübnan'daki mülteci kamplarında her gün devam eden hayatı sürdürme iradesinde; yıkıma rağmen üretmeye devam eden kadınların ve çocuklarına masal anlatan babaların sessiz ısrarında aranmalıdır. On binlerce masumun katledildiği bir çağda, tenekeden teknelerle abluka delmeye çalışmak, siyonist gösterinin gölgesinde anlamını yitirir ve sömürgecinin propaganda makinesinin parçası olmaktan öteye gidemez. Direniş, eylem ve protesto kavramlarının taşıdığı derin birikim, ancak bu tür gösterilerin ötesinde toplumun öz gücüyle harmanlandığında diriliğe kavuşacaktır.
Bu çerçevede kavramların etimolojik kökenlerine inmek, onları tarihsel ve sosyolojik bağlamda yeniden değerlendirmek, pratikteki ayrımlarını berraklaştırır. Eylem, yararlı kılma ve dönüştürme; protesto, tanıklıktan muhalefete evrilen meşru bir toplumsal ifade; direniş ise dik durmak ve alternatif bir düzen kurmaya yönelen kolektif çabadır. Foucault'nun mikro iktidar analizi eylemin bu ağ içinde yerini; Badiou'nun “hakiki Olay” vurgusu protestonun sınırlarını; Fanon'un özgürleştirici şiddet tartışması sömürge koşullarındaki kırılmaları; İbn Haldun'un asabiyyah teorisi ise direnişin toplumsal omurgasını gösterir. “Sumud Filosu” vakası, bu derin anlamlardan ne kadar uzaklaşılabileceğini ve sahte bir direnişin nasıl yaratılabileceğini açığa çıkarır. Sumud felsefesi sabır, sebat ve kültürel canlılık içerirken, filo girişimi teknik eksiklikler ve manipülasyon iddialarıyla bu kavramı araçsallaştırmıştır. Protesto hareketlerinin devlet ve şirketler tarafından sızılarak yönlendirilebildiğine dair çok sayıdaki örnek, müstekbirlerin toplumsal eylemleri kendi amaçları doğrultusunda kullanmayı sürdürdüğünü gösterir. Gerçek bir direniş inşa etmek isteyenlerin, kavramların içini boşaltmaya yönelik bu manipülasyonlara karşı bilinçli olması şarttır. Ancak bu farkındalıkla sahici bir sumud, yani sarsılmazlık mümkün olabilir; aksi halde gösteri, hakikatin yerine geçer ve kavramlar, anlamlarını iktidarın dekorunda yitirir. Yitirdi.
İsmail Yurdseven \ Timeturk