Dolar

42,5059

Euro

49,4969

Altın

5.746,42

Bist

11.007,37

DAVA – I: İmanın Tevazusundan Dava'nın Kudretine

3 Hafta Önce Güncellendi

2025-11-15 00:45:10

İsmail Yurdseven

Bir inancın kendini dünyaya anlatma çabası mı, yoksa dünyanın kendine inancı esir alışı mı? Zamanla kelimeler yıpranır; iman, kavram olmaktan çıkıp sembol olur, sembol de ideolojinin maskesi haline gelir. “Dava” kelimesi, bu yıpranmanın en trajik tanıklarından biridir. İmanın sahihliğinden doğan o saf teslimiyet duygusu, zamanla örgütlenmiş bir irade, daha sonra politik bir hamle, nihayetinde kolektif bir iktidar arzusuna dönüştü. Artık kimse Allah için değil, “dava” için çalışıyor. Ve dava, iman edenin değil; plan yapanın, yönetenin, söylemi kurgulayanın tekelinde.

Bir çağ geldi, “dava adamı” olmak imanlı olmaktan daha muteber sayıldı. Dava artık vicdanın değil, sistemin sözcüsüydü. İnancın özü “emanet” bilinci iken, dava onu mülkiyete çevirdi. Herkes kendini davanın sahibi sandı. Bu sahiplik, imanı aşındıran bir kibir doğurdu. Artık iman, dava uğruna eğilip bükülebilecek bir enstrümandı. Dava kazanmak için iman feda edilebilirdi. Bu, teolojik değil psikolojik bir dönüşümdü. İnsanın Tanrı karşısında duyduğu acziyet hissi yerini, Tanrı adına konuşma cüretine bıraktı.

Böylece dava bilinci, imanî tevazudan kopup, ideolojik bir kudret kurgusuna dönüştü. Omnipotans sanısı — yani mutlak kudret vehmi — bireysel bir sapma olmaktan çıkıp kolektif bir bilince dönüştü. Artık topluluklar da Tanrı gibi konuşuyor, Tanrı gibi hükmediyor, Tanrı gibi cezalandırıyorlardı. “Bizim davamız hak davadır” cümlesi, hakikatin tevdi edildiği bir emaneti değil, sahip olunan bir mülkü anlatıyordu. Bu sanrılı mülkiyet hissi, imanî duyarlılığı değil, ideolojik taassubu doğurdu.

Dava, kendi içinde büyüyerek inancı kuşattı. İman, dava içinde eridi. Bir zamanlar hakikat arayışıydı, sonra hakikatin yerini aldı. Artık insanın Tanrı'ya yönelişi, Tanrı'nın iradesini davaya uygun hale getirme çabasına dönüştü. “Hakikat” artık bir araçtı; hedef, davanın başarısıydı. Bu başarı ölçütü, nefsin zaferiyle karıştığında, iman yerini kibre bıraktı. Ve kibir, davanın görünmeyen tanrısı oldu.

İdeolojik sistemler, genellikle kendi içlerinde tanrısallık üretirler. Bu tanrısallık, imanî bir teslimiyetin değil, kontrol arzusunun ürünüdür. Siyasal İslam da bundan muaf kalmadı. Dava bilinci, imanî derinliğin yerine örgütsel sadakati koydu. Artık iman, parti programlarına, dernek tüzüklerine, hareket manifestolarına sığdırılabiliyordu. İmanî bir yükseliş değil, ideolojik bir disiplin isteniyordu. Davaya sadakat, Allah'a sadakatle eş tutuldu. Hatta çoğu zaman Allah'a sadakat, davaya itaatten geçer hale geldi.

Bu dönüşüm, sadece bir inanç deformasyonu değil, bir varoluş bunalımıydı. Dava, insanın içsel arayışını dışsal bir gösteriye dönüştürdü. Kutsal olan, artık iç dünyada değil, meydanlarda, bildirilerde, mitinglerde, sosyal medya paylaşımlarında aranıyordu. Böylece iman, içsel bir sükûnetten çıkarak gürültülü bir ideolojik gösteriye dönüştü. Dava artık bir içsel aydınlanma değil, dışsal bir aidiyet biçimiydi.

Ve her aidiyet, kendi dışındakini düşmanlaştırır. Dava, imanî kardeşliği değil, ideolojik hizalanmayı esas aldı. Kimse artık “neye inandığını” değil, “hangi safta olduğunu” soruyordu. Saflar, sığınak oldu; sığınaklar da zindan. Çünkü iman özgürleştirir, dava disipline eder. İman bireyin Allah'la bağını kurar, dava bu bağı örgüte bağlar. Böylece iman bireyden alınır, kolektif bilincin bir aracı haline gelir. Bu, modern zamanların en sinsi putlaştırma biçimidir: iman artık davaya tapmaktadır.

Dava bilincinin çöküşü, bir inancın sahiciliğini kaybettiği anda başlar. Çünkü iman, hakikati merkeze alır; dava ise çoğu zaman sonucu. Bu fark, yavaş yavaş büyüyerek bir uçuruma dönüşür. Dava, imanî bir sadakatten çok, stratejik bir sadakate dönüşür. Bu strateji, insanı hakikatten değil, başarıdan sorumlu kılar. Oysa hakikatin ölçüsü başarı değil, sadakattir. Ama davacı zihin bunu unutur. O artık ilahi rızadan değil, toplumsal meşruiyetten beslenir. Onun tanrısı alkışa, duaları slogana, zikri mitinge dönüşür.

Bu zihinsel kopuşun arkasında güçlü bir psikolojik mekanizma yatar: sanısallık. Sanısallık, hakikatle bağın kopuşudur ama kişi bu kopuşu fark etmez. Hatta çoğu kez, sanısal hali hakikatin ta kendisi sanır. Davacı zihnin kendini “hakikatin tek temsilcisi” sayması, tam da bu kopuştan doğar. Çünkü iman tevazuyu öğretir; dava sanısallığı. Tevazu hakikatin önünde eğilir, sanısallık kendi hakikatini yaratır. Ve o andan itibaren, dava Tanrı'nın değil, insanın tasarımı haline gelir.

Omnipotans sanısı — mutlak güç vehmi — bu tasarımın merkezindedir. Kolektif bilinç içinde yayıldığında, toplumlar Tanrı'yı taklit eder hale gelir. Artık hükmeden, affeden, cezalandıran bir “dava bilinci” vardır. Dava, sadece politik bir yapı değil, psikolojik bir tanrılık üretimidir. Bu tanrılık, insanın içindeki korkuyu bastırır. Çünkü korku, acziyetin itirafıdır. Dava adamı, aciz olamaz. Oysa iman, insanın acziyetini kabul ederek başlar. Ne garip bir ironi: dava gücünü aczden alan imanı reddeder, çünkü o acziyetle yüzleşmek istemez. Bu yüzden iman eden alçalır, davacı yükselir; iman eden ağlar, davacı hükmeder.

Bir Sonraki Yazı: DAVA – II | “Kutsalın Araçsallaşması ve Seküler Tuzak”
Bu bölümde, davanın ideolojik bir put haline gelişinin psikolojik ve toplumsal yansımalarını; inanç ile seküler sistemin iç içe geçişindeki sinsi dengeyi okuyacaksınız.
Devam edecek.

İsmail Yurdseven \ Timeturk

https://x.com/ismail.yurdseven

Tüm Yazıları

SON VİDEO HABER

ASELSAN'ın imha senaryosu: GÖKSUR'un görüntüleri paylaşıldı

Haber Ara