Öyle bir zaman ve öyle bir balçıkta dünyaya geldik ki, tesadüf edenlerle tevafuk edenlerin tam içinde, yol bulmadan yordam peşine düşüverdik. Bahaneler kütüphanemizin en seçkin eserleri arasında neler yok ki… Allah'ın tüm eserlerini sığdırmış ve sözde onun adına daha neler tıkıştırmışız. Kimlik arayışımızı kaybedeli çok oldu, bunalımını ise hissedemeden afyonunu icat ettik. Yorgunluğumuz, yordam peşindeki sanılarımız oldu.
Sorularımızı kaybettiğimizi biliyoruz. Ne ki sorgulamayı marifet belleyip bir hazırdan başka bir hazırı seçmeyi erdem saydık. Geleneksel olanla çatışanların, eski geleneğin yerine koydukları yeni geleneklerine maruz kalırken, kadim olmayan sanıları içinde yine yoldan ırak yordam tüccarı oluverdik.
Alternatifler üretmenin yolunu ideolojilerle pespayeleştirirken, nihayetinde zamanımızı tüketmenin anlamsızlığıyla baş başa kaldık. Yönlerle işaretlenen muhayyilenin sanırım son çırpınışlarının seyircisiyiz. Alt-üst etmenin sağını da solunu da yeteri kadar iç ettik. Henüz on beşinde tutulunan sözde hakikatlerin inatçısı çocuklarımız da kalmadı. Ellere tutuşturulmuş bir yalpayla kaydıra kaydıra geçip gidiyor gençliğin esrarı. Geçmişte bolca karışırken zihinler, şimdimizde cinsiyetlere tebelleş olmuş habis haller.
Gündem, güncel derken günler devrilip duruyor. Kaçan zaman fark edilmeyen bir hırsız gibi ömürden çalarken, yarını hayatta var etmek için bugünümüzü umursamazlığımızla, yorgunuz. Bitişlerinde anladığımız bazı hakikatler gibi, ömür dediğimiz de bitimine doğru anlaşılmaya başlar olmuyor mu? Daha ilk cümlesinde anlayabildiğimiz bir kitabın okuyucusu olunamayacak bir dünya. Hep bir aşamayla biteviye…
“Tragedy occurs whenever awareness exceeds power; and particularly where awareness of a major need exceeds the power to satisfy it.”
“Trajedi, farkındalık gücü aştığında ortaya çıkar; özellikle de büyük bir ihtiyacın farkındalığı, onu karşılayacak gücün ötesine geçtiğinde.”
,1952, Tragedy Is Not Enough, Karl Jaspers
Hakikatimizin farkındalığını fark edemez hale dönüşürken; trajedilerimizi kaybediyor ve bize kalan travmaları ise hakikat gibi kucaklıyoruz. Artık trajedilerimizin bizi güçlendireceğine inanmıyoruz. Sanılarımızın oluşturduğu dev önyargı bariyerleri arkasından, tel örgülerin içerisine hapsettiğimiz geleceğimize fıstık atıyoruz. Şimdimiz gibi geleceğimiz de bir hayvanat bahçesinde sergilenen zavallı tavus kuşları gibi. Artık bakıldığında hayret duyulmuyor ve şaşılacak kadar kıymetli değil. Tavus kuşunun kopan tek bir tüyünün yeri sarayların dekoruyken, şimdi değil sanatın konusu olmak, basma eteklerin motifi olmaktan bile çıktı. Öyle ki bir tavuğun kıçındaki çiçek kimin umurunda olabilirdi ki…
İhtiyaçlarımızı biz belirlemiyoruz. Biz ihtirasın konusuyuz. Kişiye göre değişen bir ihtiyacın değil, ihtiyaca göre değişen kişilerin sınıflarındayız. Cami varsa şadırvanı da olmalı. Saray varsa avlusu, ateş varsa isi, feryat varsa gözyaşı, anne varsa çocuğu…
Gökten inmişse bir koç ve kesmemişse bıçak evladını, bunda artık şaşılacak bir şey yok. Hayret mi? Sahi, o da yok!
İbrahim'in bıçağı kullandığını biliyoruz, bıçağın çocuğu kesmediğini biliyoruz ama buna hayret kimin ettiğini bilmiyoruz. Çocukluk yaşlarımda ne vakit bu kıssadan mevzu açılsa, hayret ederdim. Heyecanları ve şaşkınlıkları olmaksızın anlatanları da anlamazdım. Onlara mantıklı ya da normal gelen neden bana böyle tuhaf geliyor diye düşünür ama söyleyemezdim. Söylemezdim çünkü hayret etmeyenlerle aynılaşmaya çalışırdım.
Ve aynılaştı/m/k.