Doğu Akdeniz, uzun süredir yalnızca enerji yatakları ya da deniz yetki alanları üzerinden tartışılan bir coğrafya olmaktan çıktı. Bugün bölge, kimlerin oyunun parçası olduğu, kimlerin ise bilinçli biçimde dışarıda bırakıldığına dair güçlü sinyaller üreten bir güvenlik sahnesi hâline gelmiş durumda. Son dönemde İsrail, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) arasında 2026 yılına uzanan üçlü askerî iş birliği planı da bu dönüşümün en güncel göstergelerinden biri olarak karşımıza çıkıyor.
İlk bakışta planın içeriği oldukça “makul” görünüyor. Ortak tatbikatlar, eğitim programları, askerî heyetler arası temaslar ve kurumsal diyalog mekanizmaları vs… Metnin dili dikkatle seçilmiş. Ne kolektif savunma taahhüdü var ne de doğrudan bir tehdit söylemi. Bu haliyle plan, teknik bir savunma koordinasyonu belgesi gibi sunuluyor. Ancak Doğu Akdeniz gibi her kelimenin, her tarihin ve her katılımcının ayrı anlam taşıdığı bir bölgede, askerî metinleri yalnızca yazıldığı şekliyle okumak eksik ve ciddi bir yanılgı olur.
Askerî iş birlikleri çoğu zaman sadece “ne yapacağız?” sorusuna değil, “kiminle yapacağız?” ve “kimleri dışarıda bırakacağız?” sorularına da cevap verir. Bu nedenle İsrail-Yunanistan-GKRY üçlüsünün uzun vadeli bir askerî ajandayı kamuoyuna açık şekilde ilan etmesi, teknik bir düzenlemeden çok daha fazlasını ifade ediyor. Bu plan, Doğu Akdeniz'de yeni bir denge arayışının, daha doğrusu belirli bir denge tasavvurunun işareti.
Türkiye'nin adı metinde doğrudan geçmiyor olabilir. Ancak Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki askerî kapasitesi, siyasi etkisi ve sahadaki fiili varlığı düşünüldüğünde, böyle bir planın Türkiye'yi tamamen dışarıda bırakarak kurgulandığını düşünmek gerçekçi olmaz. Tam da bu noktada kritik soru ortaya çıkıyor: “Bu üçlü iş birliği Türkiye'yi hedef alıyor mu?”. Yanıt, basit ve keskin bir “evet” ya da “hayır”dan çok daha karmaşık.
Ortada doğrudan Türkiye'ye karşı kurulmuş açık bir cephe yok. Lakin mevzubahis durum, planın Türkiye açısından tamamen nötr olduğu anlamına da gelmiyor. Aksine, Türkiye bu düzenlemenin adı konmamış ama hesaba katılmış bir unsuru. Başka bir ifadeyle Türkiye, açıkça hedef gösterilmese dahi planın stratejik bağlamında zımnen yer alıyor. Bu da bizi klasik “denge” tartışmalarına götürüyor.
İsrail-Yunanistan-GKRY hattında gelişen bu askerî yakınlaşma, klasik bir askerî ittifaktan ziyade, Türkiye'nin bölgesel manevra alanını sınırlamayı amaçlayan daha esnek ve dolaylı bir dengeleme arayışını yansıtıyor. Özellikle Yunanistan ve GKRY açısından bakıldığında, bu tür üçlü formatlar Türkiye ile yaşanan kronik sorunlarda doğrudan çatışmaya girmeden pozisyon almanın görece düşük maliyetli bir yolu olarak görülüyor. Kurumsallaşmış askerî diyaloglar ve ortak planlar, bu dengeleme çabasına süreklilik kazandırıyor.
Türkiye açısından asıl risk, tek tek tatbikatlar ya da toplantılar değil. Risk, bu tür düzenlemelerin zamanla Türkiye'nin yer almadığı, hatta Türkiye'nin “olağan dışı” aktör olarak kodlandırıldığı bir Doğu Akdeniz anlatısını beslemesi. Bir güvenlik düzeni, tekrar edildikçe ve kurumsallaştıkça normalleşir. Türkiye'nin olmadığı masalar arttıkça, bu durumun “doğal” kabul edilmesi ihtimalini de güçlendirir.
Bu noktada Türkiye'nin refleksleri belirleyici olacak. Aşırı sert söylemler, yüksek tonda güvenlik vurgusu ve sürekli tehdit algısı üretmek, kısa vadede iç kamuoyunda karşılık bulabilir, lakin orta ve uzun vadede Türkiye'yi daha da izole eden bir etki yaratma riski taşıdığı hatırda tutulmalı. Dahası, üçlü yapının “Türkiye kaynaklı tehdit” söylemi üzerinden meşruiyet kazanmasına zemin hazırlayabilir.
Bunun yerine Türkiye'nin çok boyutlu ve soğukkanlı bir stratejiye yönelmesi daha rasyonel görünüyor. Diplomatik alanda, Doğu Akdeniz'de sadece enerji ve askerî başlıklar değil; deniz güvenliği, çevresel riskler, arama-kurtarma faaliyetleri ve düzensiz göç gibi alanlarda kapsayıcı bölgesel mekanizmalar önerilebilir. Bu tür girişimler, Türkiye'yi dışlayan dar formatların politik maliyetini artırır ve oyunu da oyun sahasını da genişletir.
Yunanistan ile ikili düzeyde sürdürülen temaslar da bu çerçevede kritik öneme sahip. Üçlü askerî iş birliklerinin en tehlikeli yönü, yanlış algılar ve bu algıların kazara tırmanma ihtimalidir. Doğrudan iletişim ve kriz yönetimi mekanizmalarının güçlendirilmesi, bu riski dengeleyici bir işlev görebilir.
Askerî düzlemde ise Türkiye'nin yanıtı gösterişli güç gösterilerinden çok, sessiz ama etkili kapasite inşasına dayanmalı. Deniz ve hava sahası farkındalığı, elektronik harp yetenekleri, insansız sistemler ve kritik altyapı güvenliği gibi alanlar, Doğu Akdeniz'de dengeyi Türkiye lehine tutmanın daha sürdürülebilir yollarını sunuyor. Bu tür yatırımlar, caydırıcılığı görünür kılmadan üretmenin en etkili araçları arasında yer alıyor.
Sonuç olarak İsrail-Yunanistan-GKRY üçlü askerî iş birliği planı, tek başına Türkiye'ye yönelmiş bir tehdit belgesi olarak okunmamalı. Lakin bu plan, Doğu Akdeniz'de Türkiye'nin dışında şekillenen bir güvenlik düzeni arayışının parçası. Ankara açısından asıl mesele, bu gelişmeleri ne abartmak ne de küçümsemek. Bu tür adımların arkasındaki dengeleme mantığını doğru okumak ve buna uygun, sakin ama kararlı bir stratejik çizgi oluşturmak.
Hüseyin Yeltin \ Timeturk