1 Eylül 2025 tarihinde, Çin'in Tianjin kentinde gerçekleştirilen Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) zirvesi sırasında, Türkiye ile Rusya arasındaki üst düzey diplomatik temaslar bir kez daha dikkat çekti. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasında gerçekleşen görüşme, Ankara'nın dış politikada uzun süredir benimsediği denge arayışının yeni bir örneği olarak değerlendirilebilir. Görüşmede ele alınan başlıklar, elbette sadece iki ülke arasındaki ikili ilişkilerle sınırlı kalmadı. Güney Kafkasya'dan Ortadoğu'ya, Ukrayna'daki çatışmalardan Suriye'ye uzanan geniş bir jeopolitik yelpaze ele alındı. Türk tarafı, Ukrayna bağlamında sürdürülebilir ve hakkaniyete dayalı bir çözüm arayışını sürdürdüğünü, bu doğrultuda daha önce İstanbul'da yapılan müzakerelerin yapıcı bir zemin oluşturduğunu ifade ederken; Rus tarafı ise temasların odağında Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Güney Kafkasya gibi çok katmanlı kriz alanlarının bulunduğunu kamuoyuyla paylaşmıştır. Bu çerçevede, iki ülke arasındaki temasların yalnızca ikili çıkarlarla değil, bölgesel düzlemdeki dosyalar üzerinden de stratejik bir işlevsellik taşımaya devam ettiği de anlaşılmaktadır.
Zirvenin zamanlaması, söz konusu diplomatik temasların bağlamını anlamak açısından özellikle dikkat çekici. ŞİÖ -ki bünyesinde Çin ve Rusya'nın yanı sıra Hindistan gibi önemli aktörleri barındırmaktadır- yalnızca Orta Asya merkezli iş birliğini ifade etmiyor. Aynı zamanda Batı-dışı siyasi alternatiflerin tartışıldığı çok aktörlü bir platform olarak öne çıkmakta. 2025 yılı itibarıyla devlet başkanları düzeyindeki toplantının Tianjin'de yapılması, Çin'in organizasyonel liderliğini pekiştirdiği, Rusya Devlet Başkanı Putin'in söylemsel düzlemde Batı'yı sorumlu tutan yaklaşımını sürdürdüğü bir döneme denk gelmiştir. Bu koşullar altında Türkiye'nin zirveye “konuk” statüsüyle, ancak diplomatik varlığı ve söylemleriyle aktif bir şekilde katılım göstermesi, Ankara'nın çok yönlü dış politika stratejisinin pratik bir tezahürü olarak görülmeli. Türkiye bir yandan Avrasya güç merkezleriyle diyalog kanallarını açık tutma, öte yandan da NATO içindeki konumuyla çelişmeyecek bir esneklik içinde hareket etme çabası içerisinde olduğu aşikar.
Rusya-Ukrayna Savaşı'nın belirsizliği
Ankara'nın Ukrayna dosyasına yaptığı vurgu ise, daha önceki süreçlerde üstlendiği arabuluculuk rolüne referansla, özellikle Karadeniz Tahıl Girişimi'nin oluşturduğu diplomatik mirasına dayanmakta olduğunu söyleyebiliriz. “Adil ve kalıcı barış” yönündeki söylem, yalnızca tarafsızlık imajını güçlendirirken, aynı vakitte Ukrayna'ya yönelik güven telkin etme arayışının da bir parçası olarak okunabilir. Bununla birlikte, Türkiye'nin bu alandaki gerçek etki kapasitesi; sahadaki askeri dengeler, Batı'nın uyguladığı yaptırımların seyri ve Kiev yönetiminin talepleri gibi çok katmanlı değişkenlerle sınırlandırılmaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın İstanbul'da gerçekleşen önceki temasları hatırda tutularak barış çabalarına katkı sağlandığını dile getirmesi, yalnızca geçmiş arabuluculuk deneyimini vurgulamakla kalmamakta; aynı zamanda taraflara yeni bir görüşme formatı ve mekan önerme potansiyelini de işaret etmektedir. Ancak bu sürecin temel parametrelerinde tarafların henüz bir mutabakata varamamış olması, Türkiye'nin sağlayabileceği diplomatik ivmenin kalıcılığına dair ciddi soru işaretlerini beraberinde getiriyor.
Güney Kafkasya'da koordinasyon şart
Görüşmenin bir diğer dikkat çeken boyutu ise Güney Kafkasya'ya ilişkindir. Özellikle Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki normalleşme süreci, Zengezur Koridoru'na dair tartışmalar ve bölgeyi kesen ulaştırma ile enerji hatlarının geleceği, Türkiye ile Rusya arasındaki etkileşimin hem iş birliğini hem de nüfuz mücadelesini içeren çok katmanlı bir zemin sunduğunu ortaya koyuyor. Moskova'nın uzun yıllardır bu coğrafyada sürdürdüğü geleneksel etkisinin belirgin biçimde gerilediği bir süreçte, Türkiye'nin Azerbaycan ile geliştirdiği askeri ve ekonomik ilişkileri kurumsallaştırma yönündeki adımları dikkat çekici konumda. Bu durum, Türkiye'nin bölgesel aktörlük kapasitesini artırdığı bir tabloya işaret ederken, Rusya'nın sahadaki etkinliğinin azalmış olmasına karşın müzakere masasında kalmaya yönelik ısrarı da göz ardı edilmemelidir.
Tianjin'de gerçekleştirilen Erdoğan-Putin görüşmesinde Kafkasya meselesinin gündeme gelmesi, sadece bu bölgeye yönelik stratejik ilgiyi değil, dahası taraflar arasındaki etkileşimin daha düşük profilli ancak sürdürülebilir bir çerçevede devam ettirileceğine yönelik işaretler sunmaktadır. Bu bağlamda, Moskova ve Ankara arasında açık rekabetin ötesine geçen, kontrollü ve çoğu zaman aleni olmayan bir koordinasyon sürecinin önümüzdeki dönemde de devam etmesi muhtemel.
Suriye ve Gazze çıkmazı
Ortadoğu bağlamında öne çıkan konular arasında Gazze ve Suriye'nin ayrı bir ağırlığa sahip olduğu söylemek mümkün. Gazze'de devam krizin çözümüne yönelik diplomatik çabalar, özellikle ateşkes, esir değişimi ve yeniden inşa süreçlerinin birbiriyle bağlantılı biçimde ele alındığı üçlü bir denklem etrafında şekilleniyor. Bu sürecin temel aktörleri olarak Mısır, Katar ve ABD öne çıkarken, Moskova'nın hem söylem düzeyinde hem de arka planda yürüttüğü diplomatik temaslarla bölgede görünürlüğünü artırma çabasında olduğu yönünde bir niyet görülmekte. Türkiye açısından ise Gazze meselesi, iç kamuoyunda yüksek hassasiyetle izlenen bir başlık olmasının ötesinde, dış politikada özellikle ABD ile yaşanan gerilimli alanlara rağmen sonuç üretmeye odaklı pragmatik diplomasinin sınandığı bir alan olarak değerlendirilmektedir.
Bu çerçevede, Ankara ile Moskova arasında yapılan temaslarda Gazze dosyasının gündeme gelmesi, gerek Birleşmiş Milletler nezdinde yürütülen girişimler, gerekse bölgesel düzeyde şekillenen alternatif çözüm yolları bakımından önemli bir iletişim kanalı işlevi görme ihtimali oldukça yüksek. Lakin bu tür girişimlerin sahada somut bir karşılık bulabilmesi, büyük ölçüde ateşkesin taraflarca kabul görecek şekilde yapılandırılmasına da bağlı kalacağı unutulmamalı.
Suriye bağlamında ise Türkiye ile Rusya arasında uzun süredir devam eden ve büyük ölçüde sahadaki zorunluluklardan kaynaklanan iş birliği pratiği, halen oldukça kırılgan ve kaygan bir zeminde sürdürülmekte. İdlib'deki dengeler, M4 ve M5 otoyollarının kontrolü, mülteci akınları ve YPG/PKK meselesi gibi başlıklar, iki ülkenin sahada eş zamanlı hem rekabet hem de koordinasyon içinde hareket etmesini zorunlu kılan durumlar olarak karşımıza çıkmakta.
Stratejik düzeyde değerlendirildiğinde, Ankara'nın dış politika tercihleri, küresel sistemdeki kutuplaşmanın ötesine geçen çok katmanlı bir denge arayışını yansıtıyor. Türkiye, belirli bir blok veya kampın mutlak çizgilerine angaje olmaktan ziyade, çok taraflı platformlarda eşzamanlı varlık gösterme yaklaşımını benimsiyor. Lakin bu çok yönlü denge politikasının sürdürülebilirliği, belirli yapısal ve konjonktürel koşullara bağlı olarak şekilleniyor. İlk olarak, Türkiye'nin aktif diplomatik çaba yürüttüğü çatışma sahalarında mevcut kırılgan yapıdaki ateşkeslerin, daha kapsamlı ve kalıcı bir diplomasi zeminine dönüşebilmesi gerekecek. Aksi takdirde, arabuluculuk kapasitesi ve inisiyatif alanının sınırlı kalacağı aşikar. İkinci olarak, uluslararası yaptırımlar ve ihracat kontrolleri rejimi çerçevesinde Türkiye'nin gri alanlardan uzak durarak finansal sistem üzerindeki riskleri minimize etmesi, özellikle Batı ile olan ekonomik ve finansal ilişkiler açısından kritik önem taşıyor. Üçüncü olarak ise, Güney Kafkasya'daki barış mimarisinin, koridor odaklı jeopolitik projeleri bölgesel egemenlik hassasiyetleriyle uyumlu biçimde kurgulaması elzem bir hal alıyor.
Görüşmenin çıktıları neler olacak?
Kısa vadede, söz konusu üst düzey temasın somut çıktılarının sınırlı olacağını ön görmek mümkün. Ancak bazı diplomatik açılımların zeminini oluşturabilme potansiyeli olduğunu da unutmamak gerek. Ukrayna bağlamında, daha önce Türkiye'nin ev sahipliğinde yürütülen İstanbul müzakere formatının yeniden gündeme taşınması olasılığı zaman zaman tartışma konusu olmakla birlikte, mevcut aşamada tarafların pozisyonlarındaki sertleşmiş kırmızı çizgiler, böyle bir sürecin yeniden canlandırılmasını oldukça güçleştirmekte. Bu nedenle, İstanbul formatına dönüşten ziyade, söz konusu modelin sembolik ve tarihsel bir referans noktası olarak kullanılabileceği ihtimali daha ön planda gibi duruyor.
Güney Kafkasya'da ise Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki temaslarda atılabilecek küçük ölçekli teknik ve lojistik adımlar Türkiye'nin bölgesel inisiyatifi açısından önemli olsa da, bu tür adımların uygulanabilirliği büyük ölçüde Moskova ile sürdürülecek koordinasyona bağlı. Özellikle Zengezur Koridoru'na ilişkin hassasiyetlerin sürdüğü bir süreçte, bu tür mikro düzeyli adımların stratejik karşılığı ancak çok taraflı bir denge içerisinde değerlendirildiğinde anlam kazanacaktır.
Gazze dosyasına gelindiğinde ise, Rusya'nın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ndeki konumu çerçevesinde sağlayabileceği sınırlı kolaylaştırıcılık, Türkiye'nin özellikle insani erişim ve yeniden inşa konularındaki diplomatik girişimlerini destekleyici bir unsur olarak değerlendirilebilir. Her ne kadar Moskova'nın bu konuda doğrudan belirleyici bir rol üstlenmesi beklenmese bile diplomatik söylem düzeyinde yaratabileceği alan, Türkiye'nin arabuluculuk kapasitesine katkı sunma potansiyeli taşımaktadır.
Suriye konusunda ise, sahadaki gerilimi azaltmaya yönelik mevcut mekanizmaların muhafazası, düzensiz göç riskinin kontrolü ve terörle mücadele konularında dengeli bir yaklaşımın sürdürülmesi, Türkiye-Rusya ilişkilerindeki asgari ortak paydanın korunmasına hizmet ediyor. Bu başlıkta taraflar arasında yapısal farklılıklar bulunsa da, sahadaki kırılgan dengeyi korumaya yönelik bir iletişim kanalının açık tutulması, her iki taraf için de işlevsel bir zorunluluk olacaktır.
Tüm bu çerçeveden bakıldığında, Tianjin'de verilen diplomatik görüntünün nihai bir sonuca değil, daha çok devam eden bir süreç yönetimine işaret ettiği görülüyor. Dolayısıyla, bu temasın kısa vadeli çıktı üretiminden ziyade, mevcut bölgesel dosyaların yönetiminde iletişim ve denge arayışını sürdürmeye dönük bir stratejik süreklilik zemini sunduğu görülmektedir.
Erdoğan–Putin görüşmesi, Türkiye'nin uzun süredir benimsediği ve “eşikte durma” olarak tanımlanabilecek dış politika yaklaşımının güncel bir sınamasına işaret ettiğini görüyoruz. Ankara'nın hem NATO ve Avrupa Birliği ile ilişkilerini derinleştirme arayışını sürdürmesi hem de Rusya ve Çin gibi Avrasya merkezli aktörlerle diplomatik ve ekonomik temas kanallarını açık tutma çabası, çok yönlü dış politika stratejisinin temel eksenlerinden biri olarak öne çıkmakta.