Dolar

42,4897

Euro

49,5401

Altın

5.744,08

Bist

10.918,51

Kabir azabı meselesini Müslümanların dünya azabı hâline getirmeyin!

1 Ay Önce Güncellendi

2025-11-08 09:16:35

Yaşar Değirmenci

Böyle olunca huzur kaynağı olan dinimiz tartışılan bir din haline getiriliyor. Bu din; hayat tarzımızdır, dünyevî ve uhrevî kurtuluşumuzdur.

Son günlerde İlahiyat çevrelerinde dini meselelerin tartışılmasına bir konu daha eklendi. ‘Kabir azabı' meselesi. Hatırımızdan çıkarmamamız gereken husus, dinimizin ‘tartışılan bir din' değil, her hal ve şartta ‘yaşanan bir din' oluşudur.

İlim ve fikir adamlarının ilmi ve fikri meseleleri ilim meclislerinde (kendi aralarında) görüşüp konuşmaları gerekirken TV kanallarında reyting uğruna veya güncel bir problemmiş gibi bütün TV seyircilerinin karşısında bunları konuşmaları vebaldir, sorumluluktur.

Dinimizi sevme/sevdirme hidayetlerine vesile olma, fâsık ve fâcir hallerinden onları kurtarma gibi bir sürü vazifeleri varken ‘magazin programı' durumuna düşürmelerinin hesabını zor. Bu sebeple zihinlerde, kafalarda karışıklık meydana getirerek zaten alt yapısı olmayan ‘seyirci Müslümanları'nı da yaşanan/yaşatılan bir dinimiz olmaktan uzaklaştırıp bir felsefe tartışması seyrederek ‘tartışılan bir din' seyircisi haline getirmiş olurlar. Reenkarnasyona yol açıldı. Hiç lüzum yokken itikatlar bozuldu, tahrip edildi.

Bu bahisle ilgili okuduğum bazı satırları nakletmek istiyorum:

"Kabir, ilmî bakımdan iki türlü düşünülmüştür. Biri maddî kabirdir ki, ölünün gömüldüğü çukur manasına kullanılır. Diğeri manevî ve hakiki kabirdir ki, fizik ötesi bir âlemdir; berzâhi ve misali bir ikametgâh gibidir. Resul-i Ekrem ya cennet bahçesinden bir bahçe, (ya cehennem çukurlarından bir çukur) buyurmakla hakiki kabri açıklamıştır.

Daha sonra okuduğum kitaplarda, kabir hayatı mahşere kadar bekleme salonuna benzetilmiştir. Her Müslüman ölünce dünyada yaptıkları/işledikleri amellerin durumuna göre hadisi şerif mucibince de bu bekleme mahalli (kabir) ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur. Ehli sünnet istikametindeki âlimler hava alanında bekleme salonlarında bekleyen yolculara benzetmişler. Amelleri iyi olanları itibarlı yolcuların vip salonunda izzet/ikramla ağırlanmalarına, diğerlerini sıkıntı/tedirgin/üzgün bir şekilde bekleyenlere benzetmişler. Camilerde vaaz edenlerin dikkat etmeyip ifrat ve tefride düşmeden samimiyet içinde ölçülü ve dengeli konuşmayıp mübalağalı (abartılı) ifadelerinden dolayı bu tartışmaya (maalesef) katkıları olmuştur. İnançlarına, imanlarına göre farklı itikatlarda bulunan bir sürü insan var. Bize düşen onlara doğruları, sıratı müstakimi göstermektir.

Cesedini yaktırıp tozunu rüzgârlara savuranlar da hakiki kabir hayatını berzah âleminde yaşarlar. Cesedinin bir yere gömülü olup olmaması, hiçbir şeyi değiştirmez.

Ölüm zaten ruhun bedenden ayrılması demektir. Yani hakiki kabir hayatı, berzahî hayat, aslen manevî, ruhî bir hayattır. Bazı şeyler açıkça bildirilmez, istikamet üzere yürüyen tefekkürî tecellilere havale edilir. Tarih boyunca bazı toplumlar ve insanlar ölüm sonrasını sadece mezar ve toprak, ceset olarak algıladıkları için kendilerine reenkarnasyon gibi bir devamlılık çıkışı bulmaya çalışmışlardır. Acziyetten ve cehalettendir.

Zor meselelerdir ama bir miktar bilinmesi lazım. Tamamen maddî bir kabir anlayışı, hele reenkarnasyon aktüalitesini artmasına da sebep oldular.

Sahabe arasında, Kur'an-ı Kerim'in ayetlerini anlamakta zorluk çekenler olsaydı, bunlar kısa açıklamalarla yetinilebilecek şeyler olmayıp ciddi ihtiyaçlarla ilgili bulunsaydı, Resulullah'a sorarlardı. Resulullah Efendimiz, kendisinden bir şey yazılmamasını istemiştir ama kendisine soru sorulmaması gibi bir talepte bulunmamıştır. Zat-ı İlahi, kader, ruh konularında derinlere dalmamak gereğini bildirmiştir o kadar. Bu çerçeve içinde ashab her şeyi sorabilirdi. Fıkıhla, ibadetle ilgili bahislerde sormuşlar ve cevaplarını da almışlardı.

Her şey bilinmez, bildirilmez; her şey sorulmaz, sorgulanmaz.

Buna bu hayatımızın yapısındaki denge zaruretleri sebebiyle ihtiyacımız vardır. Öte yandan, hayatımızı denge içinde yürütmemizi sağlamak için ihtiyacımız olan önemli bilgiler de mutlaka bildirilir. Mesela kabir hayatının ve ruhun mahiyeti hakkındaki ayrıntıları bilmemiz gerekmiyor, bildirilmediğine göre, bilmememiz gerekiyor. Ama reenkarnasyon diye bir şey var olsaydı, apayrı ve çok önemli yaşayış, düşünüş bütünlüğünü gerektirdiği için mutlaka bildirilirdi; bundan dolayı da bu hususla ilgili olarak ima veya dolaylı işaret ve delalet aramanın anlamı yoktur. Yorum ve ilham delil olmaz; dikkate alınır, değerlendirilir, ama delil ve hüccet olarak değil. Ayrıca yorum ve ilhamın da genel sıhhat ölçüleri vardır.

Bazı tasavvuf kitaplarında ruhun, kabir hayatının ayrıntıları uzun bir hikâye gibi anlatılıyor; bunlar çok ihtiyatla okunmalıdır, okunacak ise. Ama kesinlikle itikadî delil ve hüccetmiş gibi değerlendirilmemelidir. İtikadî delil olmaya ahad haber bile yeterli değilken, ilhamî bulgunun yeterli olması tasavvur edilebilir mi? Tefekküre göre ilim olmaz, ilme göre tefekkür olur.

Tefekkür alanı da aslında çok geniştir, yeni genişlikleri zorlanarak oluşturmaya çalışmanın anlamı yoktur. Var olan meşru genişliklerin hakkını vermişiz gibi, gayb ile şifrelerle, sırlarla uğraşmanın anlamı yoktur; tam tersine, meşru ve gerekli tefekküre vaktimizin ve mecalimizin kalmaması gibi bir sakıncası da vardır.

Bu mesele ile ilgili iki önemli hadis-i şerifi zikretmek istiyorum:

"Allah'ın kula en merhametli olduğu an, kabre konulduğu andır." "Müminlerin ruhları yedinci kat göktedir. Oradan cennetteki mekânlarını seyrederler." (Camiussagir)

İlmî tefekkürün beş önemli şartı vardır: İstikamet, ilim, itidal, ihtiyat, ihata.

Bu şartları yerine getirecek durumda olmayanların birer ekol kürsüsü açıp rehberlik etmeye çalışması, akademik unvanları ne olursa olsun yanlıştır, yanıltıcıdır. Deneme edebiyatta olur, ilahiyatta değil. Bir yandan reenkarnasyon, bir yandan kabir hayatını tamamen maddeleştirmek, açıkça görülmese de ciddi bunalım dalgaları oluşturuyor.

Yapmayın bunu. Böyle düşünmek olmaz.

''Ehl-i sünnet” kavram çerçevesi ve bu Müslümanlığa yönelen tehlikeler konusundaki düşünceler, “Müslüman mıyız Ehlisünnet mi?” sorusunu da sordurur hâle getirdi. Müslümanlık (İslam) Ehl-i sünnetten ibaret değildir; diğer İslam mezheplerinin mensuplarıyla da –mezhepçilik ve mezhep misyonerliği yapmaksızın- ümmet bilinci ve din kardeşliği çerçevesinde iyi ilişkiler kurmak, ortak düşman ve tehlikelere karşı dayanışmak gereklidir. İnşallah bir diğer yazımda bu hususa da temas edeceğim.

Yaşar Değirmenci \ Timeturk

Tüm Yazıları

SON VİDEO HABER

Endonezya'daki büyük sel felaketinde 753 kişi hayatını kaybetti

Haber Ara