Ürdünlüler yeni gelir veya kazanç vergisine karşı kazan kaldırdı. Bu da Ürdün ve olaylarını gündemde ileri noktalara taşıdı. Ürdün olayları sadece ekonomik çerçeveli yerel boyutla mı sınırlı yoksa bölgesel ve uluslararası akisleri de var mı? Türkiye'de dolar ve döviz fiyatlarının tavan yaptığı bir sırada Ürdün Hükümeti ve Başbakan Hani Mülki de gelir/kazanç vergilerini ve mahrukat yani akaryakıt fiyatlarını artırma kararı aldı. İki ülkenin birbirine benzer yönleri veya politikaları dikkate alınarak zamanlama açısından bu 'iki kriz' arasında paralellik kuruldu. Esasında vergilerin ve mahrukat fiyatlarının artırılması çok yönlü darboğazın tetiklediği bir krizdi. Ürdün yönetimi fiyat artışına bağlı yaklaşan krizi sürekli olarak erteliyordu. Bununla birlikte Hani Mülki hükümeti sonunda siyasi hayatına mal olsa ve kendisini giyotine gönderse de bu acı reçeteyi tatbik kararı aldı. Ürdün hükümeti bölgesel çapta işlevselliğine karşı oradan buradan yardım topluyor, mali destek buluyor ve bu mali destekle birlikte içeride ekonomik çarkları döndürebiliyordu. Mali açıdan korumacı politikalar izliyordu. Bununla birlikte uluslararası alanda siyasi keskinleşme mali politikalara da yansıdı. Ürdün de bu suretle yolların çatına veya kavşak noktasına geldi.
Ürdün bölgesel politikalarda orta bir yerde durmasına rağmen kimseyi pek memnun edemedi. Geçmişten gelen itidal politikaları tefrit sarmalının zemin kazanmasıyla yeni itidal tanımının dışına çıktı. Kimilerine göre 'hayır' anlamı kazanmaya başladı. Arap Baharı ve Suriye olayları patlak verdiğinde Suriye rejimiyle sorunlu bir geçmişe sahip olmasına rağmen olaylardan yararlanmayı düşünmedi. Zaten buna imkan veren öyle bir stratejik çapı olmadığı gibi ideolojik temeli de yoktu. İlgisi taktik düzeyde kaldı. Bununla birlikte Esat'ın Amman Büyükelçisi Behçet Süleyman yerel ulusalcı güçlere dayanarak esip gürlüyordu. Adeta devlet içinde devlet gibi davranıyordu. Yine de Haşimi Kraliyeti afra ve tafralarını sineye çekti. Bu dengeci politikalar nedeniyle ortada kaldı. Suriye meselesine bir de Filistin meselesi eklendi. Bir badireden kurtulmadan diğer badireye yuvarlanıyor.
Ürdün Rejimi 1967'den beri Filistin'deki kutsal İslami mekanların bekçiliğini yapıyor. Bu konuda İsrail'in birinci derecede muhatabı. Bu Filistinliler hesabına veya onlardan çalınmış bir rol olsa da yerleşik bir kural haline gelmiştir. Netanyahu hükümeti Oslo'yu tanımadığı ve Rabin'in Golan Emanetini reddettiği gibi son sıralarda Kudüs'teki İslami mekanlarla alakalı statükoyu aşındırmaya başlamıştır. Nasıl ki çift devletli çözüm diye diye Filistin devletini toprağa gömüyorsa, heyula haline getiriyorsa; 'statüko değişmedi' diye diye statükoyu aşındırıyor. Bu da Ürdün rejimini tedirgin etmiştir. Bu yüzden de son sıralarda en azından Filistin konusunda Türkiye'nin tutumuyla bütünleşen veya bu tutuma yaklaşan bir siyasi seyir takip etmiştir. Bu hem İsrail hem ABD hem de Körfez ülkelerinin kanatlarından uzaklaşma anlamına geliyor. Bu boşluğu Rusya ve İran ile oldurması da mümkün değil.
Körfez ülkelerinin İsrail ile sıkı fıkı politikalarını ödüllendirme anlamında İsrail bu ülkelere yönelik olarak bir jestte bulunmak istiyor. Ürdün'ün kutsal mekanlarla ilgili rolünü bu ülkelere kaydırmak, devretmek istemektedir. Ürdün'ü Körfez ülkeleriyle terbiye edecektir. Gerçi başta Suudi Arabistan olmak üzere ilgili Körfez ülkeleri bu yönde bir beklentilerinin olmadığını söylüyorlar. Ama vakıa veya gelişmeler bu söylemle at başı gitmiyor. Ürdün'ü cezalandırmanın veya hizaya getirmenin mali bir portresi, boyutu da var mı? Son yıllarda Körfez ve ABD'den gelen yardımlar suyunu çekti. Bu nedenle de Ürdün Haşimi Kraliyeti içeride sübvansiyon politikalarını kaldıramaz hale geldi. Kısaca, Türkiye'de döviz fiyatlarının artmasına paralel olarak Ürdün'de de mahrukata yapılan zamlar ve gelir vergilerinin artırılması dış kaynaklı bir gelişme mi? Öyle mi okumak gerekiyor? Elbette Ürdün'ün mali açıdan dış destekten mahrum kalmasının, azalan stratejik değeriyle bir alakası var. Bununla birlikte mesele kronik hale gelmişti. Anın meselesi değildi, en azından birkaç yıl geriye uzanıyor. Kısaca anlık etkiden söz etmek kabil değil. Bu açıdan da Muhyiddin Lazkani Ürdün'deki gösteri ve olayların küresel bir komplonun eseri olduğu tezini reddediyor, krizi tamamen kötü yönetime bağlıyor. İç tercihlerdeki yanlışa ve yolsuzluklara bağlıyor. Bu yönüyle Türkiye'de döviz fiyatlarının şişmesi ile, Ürdün'deki mali boyutlu siyasi kriz birbirinden ayrışmış oluyor.
Bilindiği gibi Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Türkiye'de yaşanan döviz fiyatlarının artışıyla alakalı tablo da uluslararası kuruluşların ve küresel aktörlerin dahli olduğu gibi bazı İslam ülkelerinin de rolü olduğunu vurgulamıştır. Mevlüt Çavuşoğlu, bu ülkelerin isimlerini vermese de akıllara Birleşik Arap Emirlikleri ile Suudi Arabistan gelmiştir. Zira mali olarak Mısır gibi ülkelerin bu imkandan mahrum olduklarını biliyoruz.
Bar-Ilan Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Begin-Sadat Strateji Araştırmaları Merkezi analizcisi Edy Cohen, sosyal paylaşım sitesi Twitter'da Arapça "Türk Lirasına Yardım Edin" başlığıyla açılan hashtagle yaptığı değerlendirmede, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı hedef alarak, "Ey Hüsran Erdoğan!" ifadesini kullandı. Türkiye'nin İsrail Büyükelçisi Eitan Naeh'in ülkesine dönmek için gittiği havalimanında hakarete uğradığını ileri süren Cohen, "Türk lirası Türkiye tarihinde en düşük seviyesine indi" değerlendirmesini yapıyor. Aynı zamanda İsrail hükümetine danışmanlık yapan Cohen, Cumhurbaşkanı Erdoğan'a yönelik, "Dünya servetinin yarısı sadece Yahudi bir aileye ait ve bu ailenin İsrail'in en büyük destekçisi olduğunu bilmiyor musun? Peki ya diğer Yahudi zenginlere ne dersin?" ifadesini kullandı. Türkiye ekonomisini Yahudi lobisiyle tehdit eden Cohen, paylaşımında Türk lirasındaki dalgalanmaya işaret ederek, "Gelen daha kötü!" ifadesine yer verdi.
Nitekim, Yediot Aharanot isimli İsrail gazetesi Ürdün'deki olayların da aynı çevrelerce tetiklediğini ileri sürmüştür.
Kısaca Körfez ülkelerinin Ürdün'e mesafeli ve soğuk durdukları bir gerçek ise de bunun bir komploya kadar vardığını söylemek pek inandırıcı değil. Sadece Ürdün'e zor zamanında yardım etmiyorlar, elinden tutmuyorlar. Kendi kaderiyle baş başa bırakıyorlar. Ürdün zaman zaman ekonomik ağırlıklı olarak bu tarz krizlere yuvarlanıyor. 1989 yılında benzeri olaylar yaşanmıştı. Akaryakıt fiyatlarının artması üzerine Şubat 2017 tarihinde de benzeri gösteriler yapılmıştı. Demektir ki Ürdün'de mali boyutlu olarak her defasında böyle krizler atlatmaktadır. Ekonomik olarak kırılgan bir ülke. Bununla birlikte son gösteriler daha organize daha köklü idi. Hükümete bir meydan okuma sureti kazandı, Hani Mülki hükümeti istifasını vermek zorunda kaldı ve milli eğitim bakanı Ömer Razzaz yeni kabineyi kurmakla görevlendirildi.
Bununla birlikte acı reçetenin geri çekilmesine ve Hani Mülki'nin istifasına rağmen hala gösterilerin ve göstericilerin ateşi sönmedi. Sokaklar kıpır kıpır.
'MANAŞ'
Hükümetin istifasına yol açan gösteriler sırasında tek bir slogan dikkati çekiyordu. O da 'Manaş' sloganı idi. Kemerde sıkacak bir delik kalmadı anlamına geliyor. Buna 'Vere vere kalmadı' da diyebiliriz. Gerçekten de ekonomik darboğaz karşısında Ürdün halkının tahammül gücü kalmadı. Ülke zenginlik kaynaklarından da mahrum. Dolayısıyla siyasi işlevselliği bittiğinde ekonomik darboğazla karşı karşıya kalıyor. Kaldı ki büyük korsan ABD yağması karşısında Ürdün gibi küçük ülkelere küresel pastada sağlanabilecek ekonomik bir dilim ve onları kollayacak bir imkan da kalmıyor. Suudi Arabistan ekonomik olarak sıfırı tüketmiş durumda. Birkaç yıl önce petrolden günde bir milyar dolar girdisi olan ülke bugün kaynak sıkıntısı çekiyor. BAE de karşı devrimler veya darbeler sürecinde 2013 yılı sonrası kalkıştığı askeri maceraların bedelini ödüyor. Ekonomik durumunun iyi olmadığı varsayılıyor. Bu itibarla, Ürdün kendi yağıyla kavrulmak zorunda. İşte bu noktada rejim ile halkın iradesi çelişiyor, çatışıyor. Halk ekonomik korumacılığın devamını istiyor. Ekonomik darboğazın nedenini de sadece dış yardımların azalmasına değil israf ve yolsuzluklara bağlıyor. Dolayısıyla iç kaynakların düzgün kullanılması halinde Ürdün bu tür kriz ortamlarını atlatabilir, aşabilir.
Krizi okuma biçimiyle alakalı bu iki yaklaşım karşısında Ürdün Kralı İkinci Abdullah ülkenin bıçak sırtında olduğunu ve kavşak noktasında bulunduğunu ifade ediyor. Ya krizden çıkacak ya da meçhule yuvarlanacak.
Gösteriler ekonomik boyutlu ve göstericiler ise disiplinli olmasına rağmen yine de her an kontrol dışına çıkabilir. Manaş sloganı insana Hüsnü Mübarek için 2005 yılında söylenen sloganları hatırlatıyor: Kifaye/ Yeter!
1950 yılında da Adnan Menderes ve Demokrat Parti'nin CHP karşısındaki sloganı 'Yeter! Söz milletin' idi. Kimsenin ebedi yanlış yapma lüksü yok. Bir gün devran değişebilir söz kraldan millete geçebilir.
Geçmişte İngiltere'de Thatcher iki nedenden dolayı halkın tepkilerini toplamıştı. Eğitimde ceza kuralından vazgeçmemesi ve kafa vergisi. Thatcher okulda dayak ile kelle/kafa vergisini piyasaları ve insanları disipline ve hizaya sokmanın iki aracı olarak görüyordu. Fakat bu tedbirleri kendisiyle birlikte anakronik yani zaman ötesi kaldı.
Fikriyat