Sizin geceniz nasıl geçti bilmem ama ben dün gece müthiş bir kâbus gördüm. Bilmediğim bir yerdeyim. Nereye baksam insan yığını… kaldırımlar, yollar, binalar ve her yer.. Hepsinin yüzü farklı ama hepsi aynı…Birbirini görmezden gelen, sanki hiç yorulmayacakmışçasına durmadan koşan, benliğini yitirmiş mutsuz yığınlar…Ben de koşuyorum ve merdivenlerden aşağıya iniyorum. Sözde bir öğretmenmişim ve okuluma gidiyorum belki öğrencilerimi görür de kendime gelirim diye. Kapının girişinde uzaktan beni gören çocuklar ellerindeki sigaraları atıyorlar. Karalara bürünmüş gençler zilin sesiyle içeriye giriyor ve ben de dersime gitmek için hazırlanıyorum, sınıfın kapısını açıyorum, dumanlı kafalarıyla masalarından başlarını kaldıramayan ve gözleri katran karası olmuş gençleri görünce ürküyorum. Ne kadar da bezmişler ve ümitsizler. Hayalleri bile yok. Orhan Veli'nin Yaşamak isimli şiirini okumak istiyorum bu hayattan kopmuş kitleye ama bir bakıyorum ki dudaklarım dikenli iplerle dikili. Kımıldatmam dahi imkansız... Sonra bir anda müfettişler geliyor okula ve hararetle sınıfıma gelen okul müdürü aslında kaçak bir göçmen olan beni arka kapıdan kaçırıyor, arkamdan su dökmeyi de unutmuyor. İşsiz, aç ve evsiz, soğuğun altında günlerce yaşıyorum. Öyle ki artık her şey bitti derken cebimde bir titreşim hissediyorum. O da ne bir telefon. Kim koydu bunu cebime bilmiyorum. Açıyorum kim o demeye kalmadan bana verilen adresi zihnime yazıp denilen yere gidiyorum. Daracık ve kirli sokaklardan geçiyorum, karaya bürünmüş gökyüzüne aldırış etmiyorum. Bir karakol.. elleri farklı renkli kelepçelerle çevrili insanlar.. Diğer yanda bir anne durmadan ağlıyor ve omuzlarında yükselen yüzlerce kundağa sarılı bebeği tutuyor…Sonra lüks bir araba geçiyor yanımdan.. kalbi gibi elleri de nasır tutmuş dilenci çocukların olduğu tarif lambalarına takılıyor. Çocuklar belki para alırız ümidiyle koşuyorlar bu son model arabanın yanına, hiddetle kapısını açan adam bir güzel dövüyor hepsini ve uzaklaşıyor yanlarından. yine de seviniyor garipler… Akşama kadar sefil annelerinden dayak yemektense zengin dayağı yemek iyi hissettiriyor onlara. Sonra yaşlı ve çirkin bir adam yaklaşıyor yanıma kollarının altında küçük kız çocukları.. İştahlı gözlerle onlara bakıyor…midem bulanıyor… Gökyüzüne çeviriyorum gözlerimi.. kan kırmızısı.. omzuma bir şey düşüyor… bir damla kan… Yavaş yavaş çoğalan damlalar sağanak yağışa dönüşüyor. her yer kan kırmızısı…insanlar, binalar, zeminler, ağaçlar ve her yer… ve artık bu olup bitene dayanamayan doğa.. Denizler taşıyor.
Tam boğulacakken neden sonra küçük bir kız çocuğu elimden tutuyor ve beni dedemin bir zamanlar yaşadığı Ağrı'nın o güzel yaylası Eleşkirt'e götürüyor. O anki huzuru anlatmakta zorlanıyorum şu anda. Tulumbadan su çeken babaannem, kete yapan yengem, vişne ağacının tepesinde cıvıl cıvıl sesleriyle yeğenlerim, ibrikten abdest alan babam ve Köse Dağı gören evimizin manzarasında akide şekeriyle limonlu çayını yudumlayan ben… Bütün duygular temiz, bütün yüzler gerçek, gökyüzü berrak, güneşe bile çıplak gözle dokunuyorum ve boğazımın düğümlendiğini hissediyorum.. nedensizce başlıyorum ağlamaya.
Uyandığımda hala ağlıyordum…Gözyaşlarıma dokundum, sıcaklığı, hala taze olan duygularımla yüzleştirdi beni. Banyoya gittim ve kendime baktım. Odama geçtim gözlerimi kapattım ama bir kez daha rüya görmekten korktum, biliyorum kalbim kaldıramazdı. Masamın üstündeki soğuk suyu aldım ve bir güzel içtim. Çok şükür hepsi bir rüyaymış!!