Dolar

32,4375

Euro

34,7411

Altın

2.439,70

Bist

9.915,62

“Burası Dünya, Kalıcı Olmadığımız Bir Konak”

Yaşanan acı olaylar hepimizi derinden etkiler. Her birimiz iyileşme sürecinde bizleri en iyi anlatan kitaplara, şiirlere sığınarak duygularımızı onarmaya çalışırız. Ülkemizin yaşadığı deprem felaketiyle ilgili olarak yazar ve şair Korhan Kandemir  5 soru 5 cevap bölümümüzde  sorularımızı yanıtlayarak, Mesnevinin değerli dizeleriyle yaralarımıza merhem olmaya çalıştı.

1 Yıl Önce Güncellendi

2023-02-27 13:41:14

“Burası Dünya, Kalıcı Olmadığımız Bir Konak”

Ülkemizde yaşadığımız deprem felaketinin acı sonuçları hepimizi derinden yaraladı. Mesneviden içimizin yarasını hafifletecek dizelere değinsek neler söylemek istersiniz?

Ülke olarak, vatan olarak çok büyük bir felaket yaşadık. Belki de eşi benzeri pek rastlanmayan bir felaket…Konunun uzmanlarını bile şaşkına çeviren bir deprem felaketiyle hepimiz sarsıldık. Sonuçları hepimizde mâlum. Binlerce vefat, yüz bini aşkın yaralı ve evsiz, ailesiz kalan binlerce kalbi kırık kardeşimiz... Öncelikle hepimizin başı sağolsun. Rabbim bu felakette dünyasını değiştirenlere rahmet, şehadetlerini kabul ve makbul, yaralılarımıza acil şifa ve evsiz kalanlarımıza da tez vakitte eskisinden daha güzel, daha sıcak sağlam yuvalar nasib etsin ve en önemlisi de tedbirin hayatî öneme hâiz olduğunu hepimize idrak etmeyi ve uygulamayı nasib eylesin inşallah. Tabi ki çoğu şey eskisi gibi olamayacak orada bu felaketi yerinde yaşayanlar için ama zaman en büyük ilaçtır demiş eskiler. İnşallah hep beraber el ele, omuz omuza bu zor günleri aşacağız. Böylesi zor günlerde, zor durumlarda insanın kalbini ferahlatacak şeyler araması kadar doğal bir durum yok tabi. Çünkü insanız, aciziz... Şifa olacak sözlere, sohbetlere muhtacız.

İyi ki Hazret-i Mevlâna gibi büyükler gelip geçmiş bu dünyâdan. Bakın farkındaysanız “gelip geçmiş...” diyoruz. Burası dünyâ. Kalıcı olmadığımız bir konak. Geçici bulunduğumuz, gitmek için geldiğimiz bir kervansaray gibi. Divân-ı Kebir'de diyor ki Hazret-i Pîr;

Sana batış görünür fakat o bir doğuştur.

Kabir canı kurtarır benzese de zindana

Hangi tohum bir yere ekildi de bitmedi,

İnsan da bir tohumdan gelmedi mi meydana. Ölümün bir son olmadığını, sonsuz bir hayata başlangıç olduğunu kendi dilince, kendi hassasiyetince aktarmış bizlere. Büyük eseri Mesnevi'ye “bişnev” yani dinle diyerek başlar Hazret-i Mevlâna. Kur'ân-ı Kerim'in ilk âyeti “İkra- Oku” emr-i celiliyle gelmişti malumunuz. Galiba pek okumadık ve okumuyoruz olacak ki Hazret-i Mevlâna da çok okumadınız bari “Bişnev- Dinle” diyerek seslendi bizlere. Dinlemeliyiz. Hele bu büyük felaketten sonra gerçekten can kulağıyla dinlemeliyiz bilim ve ilim adamlarımızı...

Bişnevîn ney çûn şikâyet mî-koned

Ez cüdâyîhâhikâyetmî-koned

Dinle ki ney nasıl şikâyet ediyor. Ayrılık derdinden hikâyet ediyor.

Mesnevide, insanın yolculuğunu anlatır Hazret- Pîr. Bunu Ney üzerinde yapar. Çünkü Ney'le insan arasında ciddi benzerlikler vardır. Ney Mesnevi'de insan-ı kâmili temsil eder. Özellikle İlk on sekiz beyit boyunca sanki ney o yanık sesiyle dile gelir ve kendi hikâyesini yani insanın çetin yolculuğunu anlatır. Kamış henüz hamken, olgunlaşmamış, pişmemiş ve yanmamışken bataklıkda, suyun içindedir. İnsan da Annesinin karnında hem de zifiri bir karanlık suyun içinde, kandan bir elbise içindedir. Şâir Hayâli Bey'in şu beyti çok manidar gelir bu fakire;

Âdemî kan yutmadan hâlî değil ol demde kim

Ana rahminde vücûdüncâmesin pür-hûn giyer

[İnsanoğlunun bu dünyada kan kusmasında şaşacak ne var? Dünyaya ilk adım

attığı yer olan ana rahminde kandan ibaret olan bir elbise giymiş değil midir?] şairlerin olaylara bakış açıları çok farklıdır. Bu yüzden şairdir zaten. Bizi düşündürür, yeri gelir sarsar ve genelde hikmeti söylerler. Mesneviye tekrar dönecek olursak;

Ney henüz hamken, yeşil renkteyken sazlıktan kesilir ve bazı işlemlerden geçer. Kurutulur, temizlenir, içi boşaltılır, yakılır, bağrında delikler açılır ve tüm bu çilelerden sıkıntılardan sonra ney halini alır ve bir usta ele teslim edilir. Sonunda da tâc-ı şerifi giydirilir yani başpare takılır. Artık güzel sesler vermeye hazırdır… İnsan da bu dünyaya anne karnındaki o karanlık sudan çıkar gelir. Ağlar sızlar, yanar, yakılır, dertler görür, çileler çeker ve sonunda kâmil bir insan olur, olgunlaşır… Çünkü dertler, belalar, sıkıntılar kulu Allah'a yaklaştıran zehir kaplı şeker gibidir. Dışarıdan bakılınca musibet, bela görünür -öyledir de- ama işin iç yüzü farklıdır. İşte insan da bu merhalelerden sonra güzel sesler çıkarmaya, anlatmaya faydalı olmaya başlar. Temsil edilen Ney'in feryadı budur.”Feryad edenin sırrını dinle” der Hazret-i Pîr.

Sizde sosyal medya hesabınızda paylaştınız namaz kılan amcamız hem dua etti hem ağlattı. Ne büyük acı ki yakınımız olsun olmasın böyle durumlarda bizler Allah'a sığınarak, dua ederek, acımızı hafifletmeye çalışıyoruz. Tasavvufla kendimizi iyileştirmek istiyoruz. Sizin önerileriniz nelerdir?

Bu çok doğal bir durum aslında. İnsan olmanın gerekliliğidir. Tanımıyor da olsak birisinin acısıyla dertlenmek, neşesiyle de sevinmek lazım. Böylesine büyük bir felaket yaşamış ve belli ki yakınlarını, sıcacık yuvasını yitirmiş bir amca galiba Adıyaman'daydı karlı bir ortamda kartonun üzerinde namaz kılarken gözyaşları sel olmuş kırık kalbiyle Rabbine iltica etmiş... Neden? Çünkü verenin de alanın da O olduğunu biliyor. “Yâ Rabbi veren sensin, alan sensiz, kılan sensin. Ne verdinse odur, dahi nemiz var.” demişti Aziz MahmudHüdâî Hazret. Belâ, sebeb-i tasfiyedir demiş eskiler. Yani insanın çektiği belalar, sıkıntılar, onun kalbinin tasfiyesine, nefisinin tezkiyesine, ahlaki bakımdan yükselmesine vesiledir. Şöyle bir misal verirler büyükler; Denizlerin kıyılarında küçük çakıl taşları vardır. Bu taşlar büyük kayalardan kırılıp parçalanmış parçacıklardır. Sivri, keskin ve eğri büğrüdürler. Ama kıyıdaki azgın dalgaların onları dövmesi, bütün sivriliklerini alıp götürmüş güzel bir elden çıkmış gibi parlak ve yuvarlak hâle gelmişlerdir. İnsan da böyledir işte. Ne kadar çok belaya muhatap olursa ve isyan etmezse o kadar temizlenir ve yükselir. Sevgiliden gelen hoştur der... O amca da işte sanki bu hali gördüm ve takipçilerimle paylaşmak istedim sayfamda. Ancak yardım ederek acılarımızı hafifletebiliriz. Onların da acılarını bir nebze olsun hafifletebiliriz. Samimi olarak, reklamsız, sessiz sedasız elimizden ne geliyorsa, ne kadarı geliyorsa. Maddi manevi olarak yardım etmeliyiz. Aslında bu felaket yine ne kadar büyük, ne kadar güzel bir millet olduğumuzu tüm dünyaya gösterdi. Biz paylaşmayı severiz ve yeri geldiğinde de bunu en güzel şekilde yaparız elhamdülillah...

 

“Dilde Gam Var” kitabınızda “Biz hep eski zamanlara hasret duyarak yeniye yol alıyoruz” diye sesleniyorsunuz. Eskiye hasret günümüz koşullarında daha çok aranır oluyor bu konuda neler söylemek istersiniz?

Çünkü eskiler hiç eskimiyorlar... Hep diriler. Eskiyi yok sayamayız. Hayatımızın her anında , vereceğimiz her kararda, atacağımız her adımda “acaba onlar ne yapmışlardı, ne demişlerdi, nasıl davranmışlardı vs..” diye kendi kendimize sormak gibi bir vefa borcumuz var. Bizim dolu dolu geçen bin yıllık bir geçmişimiz var. “Geçmişini öğrenmeyen geleceğini inşaa edemez” demiş bir büyük zat. Biz bu topraklarda yeni değiliz. Büyük şâir Yahya Kemal Beyatlı “Biz ölüleriyle yaşayan bir milletiz” diyor. Mevlevi geleneğinde ölülere “Hâmuşân derler. Yani “suskunlar” Eskilerin çoğu işleri böyle zarifti işte. Ölülere bile ölü demezlerdi. Bizim yüce dinimizde öyledir. Allahüteala “şehitlere ölü demeyiniz, onlar yaşıyorlar ama siz bunu anlayamazsınız” buyuruyor. Bu yaşadığımız deprem felaketinde de vefat edenler için şehit hükmündedir buyuruyor Peygamber Efendimiz Aleyhisselam. Konu eskilerden buraya geldi ama ana gündemimiz maalesef deprem felaketi olunca aklımıza geleni söylüyoruz işte. Kitabımızda da dediğimiz gibi eskiye hasret her geçen gün artıyor. Çünkü bir asudelik, bir dinginlik bir sakinlik vardı onlarda. Her şeyin mükemmel olmak zorunda olmadığı hayatları vardı. Eksikliklerin tatlı olup göze batmadığı, "iki gönül bir olunca" diye gönle ferahlık veren sözleri, yoğurt kaplarında ya da vita kutularında serpilen, büyüyen çiçekleri vardı. Çiçeğe sorsan o kutuları yadırgamayacak kadar güzel açardı. Çünkü çiçekler için böyle bir kaygı yoktur. Çünkü onlar olduğu yeri, durduğu kapı önünü, boyası kavlamış ahşap pencere önlerini güzelleştirirdi. Bunları özlemek, anmak kadar doğal ne olabilir. Hele böylesine hızla geçen bir çağda… Eskinin büyükleri binalar kurdular; köprüler, medreseler, mescidler, devâsa mâbedlerinşâ ettiler; üstüne nakış vurdular; kerpiçten ve ağaçtan ve kireçten evler yaptılar, çeşmibülbüllere gülsuyu doldurdular. Gül alıp gül sattılar. Şimdiler gibi dikine, pervasızca büyümediler onlar. Yatay olarak ve sakin sakin sağlam adımlarla geliştiler. Örnek almamız gereken o kadar çok şey var ki…

Ney üflerken neler hissediyorsunuz?

Ney'in esrarengiz ve cezbedici, ahenkli bir sesi var. Diğerlerinden çok farklı geliyor bana. Çok iyi üfleyememekle birlikte sanki elime aldığımda adını bilmediğim bir kuşun üstüne binmiş, adını bilmediğim bir yerlere doğru uçuyormuş hissine kapılıyorum. Bu kuş adı var kendi yok olan Zümrüd-ü Anka mıdır, gidilen yer de yine adı var kendi olmayan kaf dağının ardı mıdır bilemiyorum ama değişik ve bedava bir ufuk turuna çıkarıyor beni üflerken...

Bu konu şairlerimizi de çok meşgul etmiş. Mesela Nedim der ki;

Olmakta derûnumda hevââteş-i sûzan

Nâyın diyebilmem ki ne hâlet var içindeŞu kuru kamışın içinde ne var bilemiyorum ama neyzenin nefesiyle birleştiği an yakıcı bir ateş ortaya çıkıyor. Mevlâna Hazretleri de mesnevi'de“Âteşestînbang-i nây ü nîstbâd”buyurur; Şu neyin sesi âteşdir; havâ değildir.

Son dönemlerde ağır depresyon yaşayanlar için tasavufun insan psikolojisine olumlu etkileri olduğunu söyleyen uzmanlar bu konuda önerilerde bulunuyor. Sizin düşünceleriniz nelerdir?

Zaten tasavvufun temeli depresyona, ümitsizliğe girmemeyi anlatır. Hatta büyükler çeşitli tanımlar yapmışlardır; hayatın med-cezirlerine takılmama, değişen şartlar altında istikâmetini koruma, dâimâAllâh'ıntakdîrindenrâzı olma ve en mühimi de şikâyeti unutma sanatıdır tasavvuf. Bu açıdan bakınca psikolojiye çok ciddi etkisi vardır. Şahsi kanaatimi söyleyecek olursam; Sıkıntılı vakitlerde, ya da üzgün olduğum zamanlarda Kur'ân Kerim okumak çok iyi geliyor ki zaten şifadır ruhumuza. Şiirle yakından ilgili olduğum için de özellikle divan edebiyatı şairlerinin hikemi dediğimiz adeta işaret levhası gibi olan güzel beyitlerini okumak da çok iyi geliyor. Şairane bir bakış sunuyorlar size. Bir özge temâşa yani…

Haber Ara