Sabah gözünü açar açmaz eline telefonu alıyorsun. Parmağın ekranda kayıyor… bir savaş, bir saldırı, bir facia, bir başka felaket. Ardından bir reklam, sonra yine bir acı haber. Bu döngünün adı var artık: felaket kaydırması. Ve hepimiz, farkında olmadan o kaydırmanın içinde biraz daha derine batıyoruz.
Eskiden bir savaşın, bir trajedinin, bir adaletsizliğin haberi günlerce konuşulurdu. Şimdi birkaç saat sonra bir yenisi geliyor. O kadar çok “kötülük” tüketiyoruz ki, artık hiçbirine tam olarak üzülmeye bile yetişemiyoruz. Kalbimiz tıpkı bir kas gibi: aşırı kullanımdan hissizleşiyor. Uzmanların “merhamet yorgunluğu” dediği şey tam da bu.
Duyguların Donduğu Bir Ekran
Bir zamanlar dehşetle izlediğimiz görüntülere artık göz ucuyla bakıyoruz. O kadar çok şiddet, o kadar çok ölüm, o kadar çok “acil durum” gördük ki, artık hiçbirine şaşırmıyoruz.
İşte bu, çağımızın en sessiz hastalığı: duyarsızlaşma.
Telefon ekranındaki felaketleri izliyoruz, “vay be” deyip geçiyoruz. Çünkü bir sonrakine geçmek zorundayız. Sosyal medya bize öyle öğretti: Duygular bile artık saniyelik içerik.
Şiddetin Yeni Ticareti
Bir zamanlar gazeteciliğin utanç duyacağı görüntüler, şimdi sosyal medya için “tıklanabilir içerik.”
Bazı hesaplar şiddeti bir gelir kapısına çevirdi. Her “dehşet verici” video, her kanlı manşet daha fazla izlenme, daha fazla reklam demek.
Korku, öfke ve acı artık birer pazarlama malzemesi.
Ve ne acıdır ki, biz de bu pazarın gönüllü müşterileriyiz. Bir fotoğraf, bir video, bir tweet derken farkında olmadan şiddeti tüketiyoruz.
Tüketirken de onun bir parçası oluyoruz.
Beynimizin Tuzağı
Peki neden kendimize bunu yapıyoruz?
Bilim insanlarına göre bunun nedeni beynimizin hayatta kalma içgüdüsü. Tehlikeyi bilmek istiyoruz, çünkü bilmek güven hissi veriyor.
Her yeni haber, beynimizde küçük bir “dopamin” patlaması yaratıyor. Yeni bilgi, yeni adrenalin, yeni kaygı.
Ama bu döngü sonsuza kadar devam ediyor. Sonunda elimizde kalan tek şey, tükenmiş bir dikkat ve yorgun bir ruh.
Sessiz Bir Uyuşma
Bir zamanlar öfkelendiğimiz şeylere şimdi “normal” diyoruz.
Savaşlar, saldırılar, doğal afetler, adaletsizlikler… her biri haber akışında birbirine karışıyor.
İyilik bile haber olamıyor artık. Çünkü kötülük, daha fazla tıklama getiriyor.
Toplumsal olarak kayıtsızlaşıyoruz.
Kötülüğe karşı ses çıkarmak yerine “bir şey değişmez zaten” diyoruz.
Oysa bu cümle, kötülüğün en büyük dostu.
Ne Yapabiliriz?
Bu döngüden çıkmanın yolu ekranı tamamen kapatmak değil, ekrana nasıl baktığımızı değiştirmek.
Bir haberi paylaşmadan önce düşünelim:
Gerçekten farkındalık mı yaratıyorum, yoksa karamsarlığı mı büyütüyorum?
Haberlere günün belli saatlerinde bakalım. Sürekli akışa kapılmak yerine bilinçli okumayı deneyelim.
Bir felaket haberinden sonra nefes alalım. Yürüyüşe çıkalım, bir dostumuzu arayalım.
Çünkü ruh da tıpkı kalp gibi: biraz mola ister.
Ve en önemlisi, merhametimizi dinlendirmeden kaybetmeyelim.
Bir trajediyi gördüğümüzde paylaşmadan önce empati kuralım. O görüntünün ardında bir insan, bir çocuk, bir anne var.
Acının “içerik” değil, hayatın ta kendisi olduğunu hatırlayalım.
Umut Yeniden Öğrenilebilir
Felaket kaydırması bizi çaresizleştiriyor, ama çözüm tam da elimizde:
Ekrandaki dünyadan çok, yanımızdakine dokunmak.
Bir komşuya selam vermek, bir çocuğu güldürmek, bir hayvana su vermek…
Belki haber akışını değiştiremeyiz ama kendi akışımızı değiştirebiliriz.
Unutmayalım: Duyarlılık lüks değil, insan kalabilmenin son kalesidir.
Ekranlar soğudukça, kalplerimizin ısısını koruyabilmek en büyük direniştir.
“Dünyayı değiştirmek belki zor.
Ama kendimizi kaybetmeden bakmayı başarmak, işte asıl devrim bu.”
Kubilay Öztürk \ Timeturk