Müslüman coğrafyalarındaki halk kıyamları başlar başlamaz, bu olaylara temkinli veya art niyetli yaklaşan birçok yorumcunun sıkça dile getirdiği iki soru vardı: 1) Bu hareketlerin ardında gerçekten ve sadece halk mı var? 2) Farz edelim ki halk, rejimleri devirmede başarılı oldu, bu takdirde yerlerine kurulacak olan rejimler, İslami hükümlerle mi yönetilecek yoksa liberal-demokrat bir anlayışla mı? Temkinli değil ama halkları aşağılayan art niyetli ya da basirete muhtaç yazarların cevapları, sorulardan önce zaten verilmişti; Halk hareketlerinin arkasında ABD ve dolaylı olarak İsrail vardır. Bundan dolayı dikta rejimleri yıkıldıktan sonra tesis edilecek olan yeni sistemler; ılımlı İslam anlayışını ön plana çıkaran ve ABD ile İsrail’le barışık olan liberal-muhafazakâr yapıda olacaktır. Vahiyden uzak olan bu bakış açısı, henüz diktatörlüklere, sadece başkaldırmada yol kat etmiş olan İsmailoğulları’nı peşinen mahkûm eden halk düşmanı bir anlayışın tezahürüdür. Oysa vahye aşina olan müslümanlar; Musa’ya (a.s) verilen ilk görevin, İsrailoğulları’nı Firavun’un zulüm iktidarından kurtarmak olduğunu bildikleri gibi İsmailoğulları’nın –sonuç ne olursa olsun- başkaldırılarını en azından zulümden kurtulana kadar desteklenmesi gerektiğini bilirler.
“Benim üzerimdeki yükümlülük, Allah'a karşı ancak hakikati söylemektir. Rabbinizden size apaçık bir belge ile geldim. Artık İsrailoğulları’nı benimle gönder.” (1) ayeti ve buna benzer ayetlerde geçtiği gibi, Musa’nın (a.s) ilk görevi, İsrailoğulları’na vahyi tebliğ etmek değil on yıllardır Firavun’un zulmü altında acı çeken İsrailoğulları’nı zulümden kurtarmaktı. Bu anlamda mazluma dininin sorulmasından veya İslam’ın ona tebliğ edilmesinden önce, peygamber takipçilerinin yerine getirmekle yükümlü oldukları ilk görevleri; zulüm sistemine odaklanmak ve mazlumları bu sistemin dışına çıkarmaya çalışmaktır. Oysa diktatörlerin zulmü altında ezildikçe aynı zamanda yerli ya da yabancı, İslamsı ve de laik analistlerin yaptığı gibi, İsmailoğulları’nın başkaldırısını mahkûm eden bir anlayış, hem diktatörlerin hem de onları iktidara oturtup destekleye gelen ABD ve Yahudi Devleti’nin ekmeğine yağ sürmekten başka bir şey yapmamaktadır.
Yaşamında bir kez olsun mahrum halkların hayatları için, hayatını tehlikeye atmamış ve zulüm sistemlerine dokunmamış olan bu analistlerden halkların başkaldırılarını desteklemeleri elbette beklenemezdi ama Yahudi Devleti’nin bu hareketler karşısındaki endişesine benzer bir tedirginliğe muzdarip olacak kadar onurdan uzak bir yaşam sürdükleri de tahmin edilir değildi. Hani bu halklar; hayatlarında karşılaşacakları en kötü iktidarlara zaten mahkûm edilmişlerdi ve artık halklar için ölüm; bu despot yönetimler altındaki yaşama yeğleniyordu. O zaman bu faydacı ve varsayıcı stratejistler ne için endişeleniyordu? O halklar için mi, kendi halkları için mi yoksa mezhep ve ırk kardeşliği içinde din kardeşliğinin canına okuyacak kadar sadece kendi ırk ve mezhebinin çıkarları zedeleneceği ihtimali olduğu için mi?
Allah katında Mısır halkı, Bahreyn halkından daha mı kutsal? Ya da Fars halkı, Suriye halkından? Veya Filistin halkının geleceği için İsmailoğulları’nın tümünü yok etmek caiz midir? Ya da İran’ın halkı için, Suriye’nin Kürt ve Arap halkını toptan kılıçtan geçirmek? Ya hicazdaki krallığın selameti için Bahreyn halkı kurban mı edilmeli? Yoksa mezhep savaşı çıkmasın diye her iki mezhepten eşit miktarda asi mi asmalı? Yoo, mezhep çatışmasından çekinmeli ve gerekirse bu çatışmanın yaşanmaması için hayatı feda etmeli ama tüm bunlardan önce mezhep savaşı çıkmasın diye başkaldıran müslüman halkları, Şiilik ve Sünnilik adına ölümüne susturmaya çalışan şii veya sünni olan baği yönetimlerin başını ezmeli değil mi?! Halkların geleceğini düşünmeden önce bu halkları ayırmak için kafalarda mezhep, ırk, bölge, ülke ve vatan üzerinden sınırlar çizen imam, âlim, komutan, lider veya devlet başkanını önce dilde ezmeli ardından halkların; onların iktidar ve statülerine son verecek olan başkaldırılarını yüceltmeli ki bu statü sahipleri halk olmadan bir hiç olduklarını görebilsinler!.
Başkaldırılar ilk başladığında, halk hareketlerinin sebep, seyir ve sonucunu anlayabilmek için dile getirdiğimiz bir husus vardı; “Şüphesiz Yahudi Devleti ayakta kaldığı sürece, en bilgisiz müslüman dahi olayları doğru okuma hikmetine sahiptir.Nedir bu hikmet? “Yahudi Devleti’ni endişelendirip üzen olaylar, müslümanların lehine onu umutlandırıp sevindiren şey ise müslümanların aleyhinedir.” Hikmetin sağlaması, tersinden bakışla olaylar karşısında Hamas, Hizbullah ve Müslüman Kardeşler’in tavrı üzerine pekâlâ uygulanarak yapılabilir. Örneğin Tahrir meydanındaki gösterilerin başlamasından birkaç gün sonra, ABD’nin Mübarek’in arkasından çekilmesi ve göstericilerin lehine açıklamalar yapmaya başlamasından Yahudi Devleti endişelenip rahatsızlık duyuyorsabu durum, müslümanların lehinedir.”(2). Mısır’daki isyanla birlikte diktatörlüğün yıkılması karşısında Yahudi Devleti’nin tavana vuran bir endişesi söz konusu olduysa, benzer karakter ve yapıya sahip olan Suriye’deki kıyamın onu sevindirecek bir sonuca yol açması akıl dışıdır. O halde Hizbullah’ın, Baas rejimine başkaldıran halk karşısında henüz açıkça dile getirilmemiş tavrından yola çıkarak bu isyanın HAMAS ve Filistin Davası’na zarar vereceği yorumunda bulunmak, kehanetten öteye geçmeyecektir. Hizbullah ve HAMAS, önce Tunus ardından Mısır ve Libya halkının kıyamını selamladıysa –ki öyledir- yıkılan diktatörlüklerle aynı kanı taşıyan Suriye Baas’ına başkaldıran kardeş Suriye halkını selamlaması dışında başka bir tavır sergilemek, onlara yakışmayacaktır. Eğer Suriye’deki kıyamı kınayacaklarsa bu takdirde Tunus, Mısır, Libya ve Yemen kıyamını da halklarıyla birlikte lanetlemeleri gerekir. Bu durumda ise Yahudi Devleti’nin bu halklar karşısındaki tutumuna benzer bir tutum takınmış olurlar ki, bu şekilde davranmaları onların yapısı ve duruşuyla çelişir.
Neydi Yahudi Devleti’ni endişeye sevk eden ve Filistin halkını umutlandıran şey? Yakındoğu ve Afrika’daki tüm müslüman coğrafyasında Arap, Kürt ve Türk halklarının kardeşleri olan ihvan-ı müsliminin önünde artık bir engel kalmamış olmasıdır. En başta İsmailoğulları’nın Mısır zindanından çıkacak olması ve müslüman kardeşler öncülüğünde selamete kavuşturulacak olmalarıdır. Şüphesiz bu olaylardan önce, Yahudi tablosunu ayakta tutan şövalenin en önemli ayağı olan Türkiye’nin, Erdoğan iktidarı aracılığıyla destek olmaktan kurtulması, o lanetli devleti yeterince endişelendirmişti. Elbette Türkiye, Mısır ve Ürdün’e saplanan ayaklar üzerinden ayakta kalmaya çalışan bu sözde devletin yok oluşunu hazırlayacak olan olaylar bellidir; On yıllardır Yahudi Devleti ile dostluğu sürdürmek adına müslüman halklara düşmanlık ede gelen bu ulusçu rejimlerin değiştirilip yerlerine halkçı iktidarlar tesis edilmesi. Daha önce belirttiğimiz gibi halkın inanç ve selametini önceleyen halk iktidarları güçlendikçe, Yahudi Devleti’nin zayıflaması kaçınılmazdır. Öyleyse Türkiye’den sonra Mısır halkının inancı üzerinde yükseltilecek olan bir halk iktidarı da, Yahudi Devleti’nin nefes almasını güçleştirecek ve şu anda sahip olduğu gücü yeterince kıracaktır. Artık geriye sadece masa üzerinde şekillendirilen Ürdün rejimi kalmaktadır ki diğerleri yanında yıkılması en kolay ama son rejim olacağı için belki de en kanlı olan rejim olacaktır.
Suriye’deki kıyamdan dolayı Yahudi Devleti karşısındaki direnişin ve dolaylı olarak Filistin halkının zarar göreceği kehanetinde bulunmak, hem Suriye halkına hakarettir hem de bu halkı yıllardır eze gelen ulusçu rejimi temize çıkarmaktır. Güçlü olduğu dönemlerde kendi halkına zarar vermekten başka fonksiyonu olmayan bir rejim, Filistin halkı için hayati bir öneme sahip olması hakikatle çelişir. Şurası bir gerçektir ki Yahudi Devleti, herhangi bir rejimden önce müslüman halkların düşmanı olan bir devlettir. Yani her şeyden önce onu korkutacak olan şey, güçlü rejimler değil güçlü halklardır. Çünkü Yahudi Devleti’nin temeli, müslüman halkların zayıflığı üzerine kurulmuştur. Bu durumda halklar zayıfladıkça ve onları yöneten rejimler, halktan uzaklaştıkça Yahudi Devleti güçlenir, halklar güçlenip iktidarlarını sağlamlaştırdıkça Yahudi Devleti’nin temeli zayıflar ve sarsılmaya başlar. Öyleyse Suriye ve Türkiye dâhil, müslüman coğrafyasında sessiz ya da sesli bir şekilde devam eden halk hareketleri; Arap, Kürt ve Türk halklarını güçlendirip, halk düşmanı iktidarları sarsıyorsa, bu sarsıntının Yahudi Devleti’nin temelini yıkacak kadar sarılmasını sağlayacak bir depremi tetikleyeceğini öngörmek mümkün olacaktır.
Yahudi Devleti’ni korkutan şey, halk düşmanı rejimlerin yıkılması değil yıkılan bu rejimlerle birlikte halkların güçlenmesidir. Eğer Bin Ali, Mubarek, Kazzafi ve Esad rejimlerinden sonra kurulacak olan yeni iktidarların eskiye göre halkları daha çok ezen bir yapıda olacakları söylenemiyorsa, bu durumda Libya, Mısır ve Suriye’deki kıyamın arkasında ABD ve Yahudi Devleti’nin olduğu ya da bu kıyamların onları güçlendireceği de katiyyen söylenemeyecektir. Müslüman halkları iyi ya da kötü yöneten bir rejim, gün gelir kendi çıkarları için Yahudi Devleti ile işbirliğine meyledebilir ama zulüm zindanından çıkıp serbest bırakılan müslüman halkların tabiatı her zaman için Allah’a yakın ve halk düşmanı rejimlerin dayanağı olan Yahudi Devleti’ne uzak kalacaktır.
60 yıllık Firavun iktidarından yeni yeni kurtulmaya başlayan İsmailoğulları’nın nereye doğru akacağını herkesten önce İsrailoğulları çok iyi biliyor. Binlerce yıl sonra tarih, bu sefer Filistin halkının kurtuluşu için, zorba bir topluluğa dönüşen İsrailoğulları ile çarpışacak olan İsmailoğulları’nın Mısır’dan çıkmaya başlamasıyla yeniden tekerrür edecek. Elbette bu tarihi vakıa, zamanın rastlantısal bir şekilde kurguladığı bir olay değil tarihe hükmeden Allah’ın takdiri ve müdahalesiyle gerçekleşen / gerçekleşecek olan bir olaydır. İsrailoğulları’nın ikinci yükselişi, ne onlara ne de diğer halklara hayır getirdi. Onlara Yerlerinde sakin bir şekilde oturmaları emredilmişken onlar, güçlerinin doruğundayken azgınlaştıkça azgınlaştılar ve tümüyle yoldan çıktılar. İşte “Eğer dönerseniz biz de döneriz” (3) sözü vuku bulmakta ve ikinci vaadin (4) vakti; gün gün, ay ay, yıl yıl yaklaşmaktadır. Artık, “bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan” uyarısı karşısında ne İsrailoğulları azgınlıklarından vazgeçecek ne de ikinci vaadin vakti uzatılacaktır. İsrailoğulları ikinci kere döndüyse Allah’ın vaadinden dönmesi de artık mümkün değildir.
Artık Mısır’dan çıkmaya başlayan İsmailoğulları, Filistin topraklarındaki zorba toplulukla mı çarpışacak yoksa Mısır çöllerinde iken dünyaya meyletmeye mi başlayacak? Eğer müslüman kardeşlerin bir kolu, zulmün en güçlü olduğu bir zamanda bile Filistin’deki kardeşlerine uzanabilmişse onlar; rahata ve özgürlüğe kavuştukları bir dönemde kardeşlerini terk edecek değillerdir. Hani İsrailoğulları, Firavun’dan kurtulduktan sonra Sina Çölü’nde Allah’ın emrine karşı çıkmış ve Filistin’e girmek yerine, Musa (a.s) ya “: Ey Musa! Orada zorba bir topluluk var; onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla girmeyeceğiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de hemen gireriz” (5) diyerek reddetmişlerdi. Salih kulların tavsiyeleri karşısında daha da ileri gitmiş ve “Onlar orada bulundukları müddetçe biz oraya asla girmeyiz; şu halde sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız” demişlerdi. Neydi bu tavsiyeler? “Onların üzerlerine kapıdan girin. Oradan girerseniz muhakkak galip gelirsiniz. Eğer mü’minler iseniz ancak Allah’a güvenin”(6). Bu tavsiyenin anlamı şuydu; Eğer düşmandan değil Allah’tan korkarak Filistin’e girme cesaretini gösterirseniz, Allah sizi düşman topluluk karşısında mutlaka muzaffer kılacaktır.
O halde Allah’ın yardımıyla 60 yıllık Mısır zindanını parçalamayı başarabilen İsmailoğulları’nın bu zindandan çıktıktan sonra Filistin topraklarına doğru hareket etmesi ve 60 yıllık Yahudi Devleti ile çarpışmayı göze alması, 60 yıllık işgalin sona ermesi için yeterlidir ki müslüman kardeşler, geçmişte olduğu gibi günümüzde de yarın da bu cesareti elbette gösterecektir.
Dipnotlar
1) Araf 104-105
2) http://hurdusunce.net/28/kiyamlar-ve-devrimler/
3) İsra 8
4) İsra 7
5) Maide 22
6) Maide 23
Yorum Yap