Dolar

42,7874

Euro

50,1559

Altın

5.969,62

Bist

11.341,90

İffet, Zaman ve Başörtüsü (2)

16 Yıl Önce Güncellendi

2011-04-11 00:44:30

İffet, Zaman ve Başörtüsü (2)

Günümüz Batı ülkelerinin –Özellikle Avrupa, Amerika ve Kanada- yönetim ahlâkı ile toplumlarının yaşam tarzı, pragmatizme [1] dayalıdır. Yararcılık ya da faydacılık olarak bilinen bu anlayış; teorisini, maddi fayda ve zararın hayatta birebir yaşanarak pratize edilmiş halinden, faydayı artırıp zararı azaltan tecrübelerin ayıklanması ve bir davranış sistemi haline getirilmesinden ortaya çıkmıştır. Buna göre pratikte veya güncel yaşamda faydalı olan şey iyi, zararlı olansa kötüdür. İyilik ve kötülüğün toplamı ise, doğru ve yanlışı yani genelleştirilmiş ana adıyla hakikat ve batılı ortaya çıkarır.
  Pragmatizmin hakikat ve batılının anlamı net ve kesin değildir. Durum ve zamana göre pratik hayattaki iyi ve kötünün daha doğrusu fayda ve zararın durumuna göre değişiklik gösterir. Yani tecrübe edilmemiş bir fayda ve zarar, henüz ne iyi ne de kötüdür. Tecrübe ya da deney işlemi, bir sürece ve zamana tabi olduğundan dolayı uzun bir zaman dilimi içinde faydası tekrar ede gelen bir tecrübe ve deney; iyi olup mükemmel iyiye, her seferinde zararlı yönü tekerrür eden bir tecrübe ise kötü olup mutlak kötüye daha çok yakındır. Örneğin geniş bir tarih aralığında, farklı zaman ve toplumlarda yaşanılmasına rağmen, iffetli davranmak her defasında özellikle kadının zarar görmesine ve bunalmasına neden olan bir edimse, bu artık doğruluğunun ortaya konulmasına gerek bırakmayacak kadar kötülüğü açıkça ispatlanmış bir davranıştır. Ya da iffetli olmanın dışavurumu demek olan tesettür, 20. yy’ın başından itibaren kadının zulme maruz kalmasına ve maddi zarar görmesine yol açıyorsa, bu artık kötü bir davranış olup terk edilmelidir.

Pragmatizm; pratiği, teorisini inşa eden bir yaşam biçimi iken; din ya da ideoloji, inanç sistemi veya teorisinin temeli üzerine, pratiği inşa eder ve hayatı yeniden düzenler. Din, yaşam dahil ilkelerini her şeyin üzerinde tuttuğundan dolayı ona tabi olanlar, ilkeleri ayakta tutma uğruna her türlü maddi zararı ve ölümü göze alırken, yaşamı her şeyin üzerinde tutan ve ilkesi sadece “faydaya sahip olup zarardan kaçınma” olan pragmatizm ve faydacıları ise, hayatta kalmak uğruna gerektiğinde, sadece onur ve ahlaktan değil insanlıktan da vazgeçer. Bireysel düzlemde ele alındığında, zamanın en ileri noktasında bulunan günümüz pragmatist insanının artık hoşuna giden şey faydalı, ona tat vermeyen şey ise zararlı duruma gelmiştir. Bu bağlamda artık fayda ve zarar, zevk ve acıya evrilir. Yani çağdaş pragmatizm için zevk ve haz veren şey faydalı, faydalı olan iyi, iyi olan doğru, doğruların toplamı ise hakikati ortaya çıkarır. Ya da acı veren şey zararlı, zararlı olan kötü, kötü olan yanlış ve yanlışların toplamı ise batılı tanımlar.

Pragmatist toplum ve yönetim anlayışı ise, çağdaş pragmatist bireylerin tercihleri demek olan hak ve özgürlükler üzerine inşa edilir. Örneğin toplumsal sözleşme yapmış gibi her ferdi eşcinsel olan liberal bir toplum için en zararlı ve mutlak batıl üzerinde olan insan, eşcinsel olmayı reddedip iffetli olmayı seçen bir insandır. Oysa din, böyle bir topluluğu en sapkın toplum olarak niteler ve tek başına kalsa bile iffetli insanın, hayatı pahasına olsa da bu toplumun karşısında durması gerektiğini öğütler. Ya da herkesin hâyâsız olduğu demokratik bir toplum –Örneğin Fransız toplumu- içinde tesettürlü bir kadın, o toplumun haklarına saygı göstermeyen zararlı bir kadındır. Bu zararı ortadan kaldırmak için kadın, ya açılıp saçılmalı ya düşüncelerini açıp-saçarak bu topluma saygı gösterdiğini ortaya koymalı ya da tesettürünü “Allah’ın emri” bağlamından çıkarıp onu dini bir zorunluluk gereği değil eşcinsellik gibi bireysel bir tercihe indirgenmiş bir hak olarak savunmalıdır. 1997’de alınan kararlarla 1998’de bilfiil başlayan son başörtüsü yasağına karşı duranların, günümüze kadar devam ettirdiği ilk söylemler “başörtüsü sorunu” ve “başörtüsüne özgürlük”tü. Kadın-erkek, yasağa direnenlere karşı, “vahyi, sorunu pratikte çözmeye önceleyen” müslümanların ilk çıkışı da bu söylemle ilgiliydi. Biz hem dinî hem rasyonel açıdan, “başörtüsüne özgürlük” sloganının doğru olmadığını, çünkü başörtüsünün zaten özgür olan müslüman bir kadını simgelediğini ve ancak sessiz ama “özü gür!” müslümanların tesettüre riayet ettiğini, özgürlüğün başörtüsünün bizatiliğinden kaynaklanıp onun müslüman kadının özgürlüğünü bütünüyle temsil ettiğini dile getirdik.

Yanı sıra söz konusu söylemin sakıncalı olduğunu çünkü özgürlüğü esas almış böyle bir söylemin başörtüsü takma hakkını, özgürlüğün alt bir cüzüne indirgeyeceğini, bu nedenle kullanılacak dil ve sloganların da dinî olması gerektiğini söyledik. Aksi durumda yasak karşısındaki İslami duruşun, seküler bir hak savunuculuğuna dönüşeceğini, bunun ise durumu, başörtüsünü açmayı kabul etmekten daha tehlikeli bir hale sokacağını belirterek dini temel almış müslümanca bir duruşun ön plana çıkarılması gerektiğinden söz ettik. Son olarak yasak karşısında tavrımızın şu şekilde olması gerektiğini belirttik: Ortada bir başörtüsü sorunu değil rejim sorunu [2] vardır. Bu nedenle uzun bir süreç gerekse de sorunun çözülmesi için başörtüsüne değil rejime odaklanmış kavram, söylem ve tavrın ortaya konulması gerekir. Bunun yanında müslüman erkeklerin; başörtüsü için dinî temellere dayanacak hak savunuculuğu ile pratikteki asıl direniş ve eylemleri üstlenmesine karşılık örtülü kadınların de tek yapmaları gereken eylemleri, başörtülerini çıkarmamak olacaktı. Elbette bu yöntem saf haliyle, “mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velisidir” ilahî düsturunu esas almıştı.
  Söz konusu yöntem, teoride kabul edilse de pratikte rağbet görmedi. Eleştiriler şu yöndeydi: “İyi, güzel ama bu yöntem pratikteki başörtüsü yasağını çözmüyor tersine zulüm alevinin daha da büyümesine sebep olacak bir yol sunuyor” derken bir kısım başörtülü hanımlar “Biz başımızı açmadığımız halde direnişimiz neden sessiz olacak? Bu yasak erkeklerden çok biz müslüman kadınları hedef alıyor, hem direnişimizi gücümüz yettiği kadar sesli yapacağız hem de bu sorunu çözmek için yasal olarak elimizden gelen her yönteme başvuracağız” diyorlardı. Elbette sorun, bir üniversitenin başına buyruk rektörünün tesettüre karşı alerjisinden kaynaklansaydı dedikleri doğruydu. Oysa zulüm ne sadece müslüman kadınların başörtüsünü hedef alan yasaklarından kaynaklanıyordu ne de bu sorun kendini bilmez birkaç Kamalistin görevden uzaklaştırılmasıyla çözülecek kadar küçüktü.

Basiret eksikliğinden mi yoksa gerçek düşmanla yüzleşememenin korkusundan mı bilinmez ama “başörtüsü zulmü” nün kaynağı, özgürlük düşmanı birkaç rektörün yönetim anlayışında aranmıştı. Basiret sahipleri, “kaldırın perdeleri kaldırın” dedikçe henüz örtü yasağını uygulamamış bazı dekan ve rektörler örnek gösterilerek, â-li devletin yasakçıyaramaz çocukları; insan hakları derneklerine, mahkemelere ve hükümete şikâyet edildi. Gerçekten o dönemde olayı salt özgürlük bağlamında ele alanlar, ortada bir rejim sorunu olduğunu belki de biliyordu ama onlara göre varsa da yoksa da “rejim sorunu” tesbiti, yasağı pratikte kaldırmıyordu ve tesettürlü insanların öğrenim görmelerini sağlamıyordu. Belki de müslümanlar, hakikatin kaçta kaçına katlanabileceklerini seçmek istemiyorlardı. Hani bu hakikatle yüzleşmeyi seçen insanlar, “kaldırın perdeleri kaldırın” derken, en üstteki rektör perdesinin, en alt katmanda gizlenmiş ve halkın kanıyla hayatta kalan insan görünümlü vampirlerin hanedanlığı üzerindeki perdeleri örtmekten başka bir görevi ifa etmediğine vurgu yapıyordu.

Dekan ve rektör perdesi kalkınca ard arda gelecek perdelerin sırasıyla YÖK, bakanlık, hükümet, paşalar meclisi, MGK, ordu-yargı-meyda oligarşisi, Kemalist cumhuriyet ve halk düşmanı rejimin perdeleri olacağı belliydi. Elbette buradan hareketle erken cumhuriyetin Allah düşmanı ilk mareşallerine, oradan ittihatçılığın darbeci paşalarına, ardından jön-türklerin “halk satıp vatan kurtaran” kahramanlarına ve son olarak Anadolu’da “burjuva devrimi” gerçekleştirme hayaliyle maymunlaşma evresini ilk tamamlayan Frenk mukallitlerine ulaşmak mümkündü. Fakat rejimin felsefe ve inancına odaklanmanın, “başörtüsü yasağı”nı kaldırmada bir fayda sağlamayacağına inanan mağdurların sözcüleri, teori ile değil pratikle ilgilendikleri için sadece “başörtüsü sorunu” dedikleri olguya eğildiler ve başörtüsünü her şeyden bağımsız bir insan hakkı çerçevesinde ele aldılar. Hal bu olunca, laik ülkede seküler hak savunuculuğu rolünü üstlenmek zorunda kaldılar. Bu tarz hak savunuculuğu on üç yıl boyunca devam etti ama -pratikteki!- sorunu çözmedi.
  Bugün gelinen noktada, sorunun teorisine odaklananlar ile onu pratikte çözmeye çalışanlar faydalı bir sonuç elde edemediği için maddi açıdan iki grubun arasında bir fark olmadı. Lakin sorunu teoride görüp olayı “değerlerin çatışması” şeklinde okuyanlar değerlerini kaybetmezken, sorunu pratikte çözmeye odaklananlar; iffet, tesettür, kadın-erkek arasındaki mahremiyet, her şeyi yerli yerine koyan adalet gibi değerleri istemeseler de çözüldü. Çünkü başvurdukları yöntem, farz olsun haram olsun her tercihi özgürlüğün bir alt cüzüne indirgeyen ve üst başlıkta özgürlüğü esas alan hak savunusunun seküler araçlarıydı. Sonuçta tek amacı başörtüsüyle okumak olan müslüman kadının tek başına giriştiği hak mücadelesi ile eline prometheus meşalesini alarak Yunan’ın antik çağlarından kopup gelen Olimposun ahlaksız serserilerinin sınırsız haz savunusu, aynı özgürlük karesinde buluştu. Sartre’nin kulağı çınlamayacak ama artık Paris’ten, Londra’dan, Amsterdam’dan [3] "Parthenon![4] Özgürlük! Eşitlik! Kadın hakları!" sözcükleri dillendirildikçe Türkiye’nin büyük şehirlerinin eylem alanları ve konferans salonlarında dudaklar "...thenon! …gürlük!... şitlik!…ları!" heceleri değil gerçekten "Parthenon! Özgürlük! Eşitlik! Kadın hakları!" demek için aralanmaya başladı.

  İslam geleneğinin yüklediği sorumluluklardan dolayı tesettüre bürünen müslüman kadın, önce iffetiyle üniversitede öğrenim görmek istedi. Tesettür yasağıyla karşılaşınca başörtüsünü açmayarak küfredenleri memnun etmedi ama okulu terk etmek yerine başörtüsü emrini laiklerin araçlarıyla bir insan hakkı olarak savunma yoluna girdi. Laik ülkede seküler hak savunusunun inanç, iffet ve tesettüre vereceği zararı öngöremediği için, söz konusu araçları sonuna kadar kullandı yine de öğrenim yolunda bir sonuç elde edemedi ama bu yolun sonunda çirkin bir olay vuku buldu. Başörtülü mağdur kadının küfredenlere karşı giriştiği savunudan elinde kalan “kadın hakları, kadın-erkek eşitliği, kadının öğrenim hakkı, çalışma hakkı, emekçi kadın” söylemlerini bu sefer on dört asırlık İslam geleneğine sahip olan İslam toplumunun içinde müslümanlara karşı kullanmaya başladı.

  Hür müslüman kadını simgeleyen tesettürün, manasından çok artık şekli üzerinde duran ve haklar yolunda çok mesafe almış bu kadınlar; klasik müfessirler ile İslam âlimlerinin on dört asırdır keşfedemediği ve belki bilinçli olarak gizlediği(!) bir şeyi keşfetmiş oldu. Adı “kadın hakları” olan ve haklarını bilecek kadar zeki olan kadınlar aracılığıyla ortaya çıkarılan bu eşsiz keşif, meğer 1400 yıl boyunca Kur’an’ın bir yerlerinde saklıymış ama ne hikmetse gelip geçen bütün müfessir ve alimler –erkek olsalar gerek!- onu gizleye gelmiş. Demek ki sorun, İslam’da değil onu erkeklerin lehine yorumlayan ve hayatını İslam toplumu içinde geçirip bir kez olsun küfür diyarlarını görmediği için farklı sosyolojilerden bihaber kalan ve İslam’ın kadına yüklediği sorumlulukları yorumlarken farklı kadın tiplerine şahit olmadığı için sadece müslüman kadının psikolojisini esas alan dar görüşlü müfessirlerdeymiş(!) İşte seküler araçlarla on dört yıl boyunca süren başörtüsü savunusunun, müslüman kadınının kullanımına sunduğu en önemli buluş; “Kadın hakları”, “kadın-erkek eşitliği” ve ondört asır boyunca İslam zannedilen geleneksel ataerkil dinin, aslında dar görüşlü erkek müfessirlerin dini olduğu hakikati! Gerçekten artık feminizme kayan bir dille “kadın hakları” söylemini başörtüsü savunusunun da üzerine çıkaran bazı müslüman kadınlar, bu söylemlerinin İslam’da olduğuna gerçekten inanıyor mu yoksa İslam dininin pratik hayatta kadına erkek kadar fayda (!) sağlamadığı için onun kadın-erkek söylemini “geleneğe eleştiri” kurnazlığıyla red mi ediyorlar? Ya da bu insanlar için İslam, özellikle emrettiği iffet ile sosyal hayatta her şeyden özgürleşmiş kadın için kullanışlı ve zevkli olmadığından dolayı, iffetten değil ama başörtülerinden ödün vermeden sessizca Luise Zietz ve Clara Zetkin’i miörnek almaya başladılar? Eğer kendilerini, cinsiyetler arasındaki farklılığı ortadan kaldıran sosyalist kadın kültürünü İslamlaştırmaya adamışlarsa, sosyalist tarih içinde gelişen “emekçi kadın”ın yolunu ta en başından itibaren takip etmelerine gerek olmadığını söyleyebiliriz. Bunun yerine liberallerle dost olacaklarına, sosyalizmi ulusalcılığa çevirmiş olsa da eşitlik ve kadın hakları konusunda ciddi bir yol kat etmiş olan Türk ve Kürt ulusalcılarını daha çok takip etmeleri yeterlidir. Ulusalcıların; hak ve özgürlüğü, İslam dini karşılığında satın almalarına bakarak “hayır biz dini satmadan da hak ve özgürlüğün nasıl kazanılabileceğini göstereceğiz” iddiasında olacaklarsa bu durumda kendilerini kötü bir sonun beklediğini söylemek zorundayız.

Eğer bir grup müslüman kadın; İslam dairesinden çıkıp sosyalist, liberal ya da ulusalcı dairenin içine girip girmediğini önemsemeden aslolanın sözüm ona “müslüman kadınların kurtuluşu” olduğuna inanıp akıbetlerini önemsemiyorlarsa o zaman da İslamî ilkelerin geleneksel yorumuna bağlı kalmaya çalışan müslümanların görevi şu olacaktır; Kendilerini Allah’tan korkmaya davet etmek ama davete icabet etmemeleri durumunda ise müslüman kadınları, onların elinden, söyleminden ve zihniyetlerinden kurtarmak.

    Dipnotlar: [1] Pragmatizm: Charles Peirce, William James ve John Dewey’in devam ettirdiği felsefi görüş. İyinin ve kötünün teorisini, fayda ve zararın pratikteki durumu durumundan yola çıkarak oluşturur. Özellikle günümüz Amerikan İdeolojisi ve yaşam biçimine kaynaklık eder. İyi; en fazla faydayı sağlayandır ve burada fayda zevk, tatmin veya bir nesnel değerler listesine göre tanımlanır. Buna göre doğru hareket en yüksek faydayı verendir ve iyi; pratik olarak sonuç veren şeydir. Pragmatizme göre aslolan pratikteki neticedir. [2] O günlerde rejim odaklı çözüm yöntemlerine yönelik “Başörtüsü sorunu mu rejim sorunu mu?” adıyla ele aldığımız yazının başlığı, rejimin nasıl tepki vereceği kestirilemeyen karanlık ve çirkin yüzünden dolayı Vahdet dergisinin Haziran-98 sayısında “Başörtüsü sorunu mu zulüm sorunu mu?” başlığına çevrilmiş ve sakıncalı cümleleri kırpılarak yayımlanmıştı. http://dusunceplatformu.net/vahdet/vahdet21/indeks.html [3] J.P. Sartre, F.Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri’ne önsözünden [4] Parthenon: Kadîm Yunan’ı ve Atina Demokrasisini simgeleyen tarihi mabed  

Yorum Yap

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
SON VİDEO HABER

İsrail ordusu 16 yaşındaki genci infaz etti

Haber Ara