Dolar

42,7874

Euro

50,1559

Altın

5.969,62

Bist

11.341,90

İffet, Zaman ve Başörtüsü (1)

16 Yıl Önce Güncellendi

2011-04-06 05:35:11

İffet, Zaman ve Başörtüsü (1)
İmam Ali’nin yönetim anlayışından rahatsız olan ve henüz mü’min konumuna ulaşmamış “eslem” grubundan olan insanlar, O’na şu çelişkili suçlamayı yöneltiyordu; “Ali, adaletiyle etrafındaki dostlarını da kaybediyor”. Bu eleştirinin meali şuydu; “Saf hakikate katlanabilecek insan sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır, bu nedenle Ali’nin gerçek dostları da bir elin parmaklarını geçmez”.

Hakikat, hikmet ve iffet (1) gibi bazı meziyetler, dünya yaşamına ilişkin ya da onu kolaylaştıran etmenler değildir. Yani bir insan, samimi duygu ve niyetlerle bile bu sıfatlara yaşamında sarıldığında, dünyevi bir fayda elde edemez. Çünkü hakikat, hikmet ve iffet dünya hayatından yeterince uzaklaşmış bir insanın ulaşabileceği bir mertebedir ve maddi hayatla sürekli çelişki halindedir. Yine de bu üstün hasletlere sahip olan “kamîl insan”; kendi yaşam tarzını dünyadan uzaklaştırdıkça o, halkın yaşamı ve durumuyla istese de istemese de ilgilenmek zorunda kalacaktır. Bu anlamda hikmetli bir insanın halk içindeki söz, tavır ve ameli, akılsız düşmanları sevindirdiği kadar akılsız dostların da sinirlendirir ve adaletten uzaklaşmalarına yol açacaktır.
Hakikat
; hikmet ve meşru araçlarla tesis edilmeyince, güdülen niyet ve arzulanan sonuç arasında taban tabana zıt bir durum ortaya çıkarır. Ancak bir hakikat hikmetle savunulduğunda, sonuç niyete hizmet edebilir. Bu anlamda hikmet; sonuç veya akıbetin, hakikat ve niyete ihanet etmesini engeller. Hikmet yoksunluğu ise, niyeti; olumlu ya da olumsuz her sonuca köle kılar. Haricilerin saf niyetle savundukları hakikat, Kur’an hükümlerinin tatbik edilmesiydi ama bu hakikati İmam Ali karşısında hikmetle savunmadıkları için elde ettikleri sonuç; fitne, fesad, kan ve düşmanlık oldu. Neticede Allah rızası için niyet eden müslümanlar, Kur’an’ın hakikatini savunurken hikmeti kullan(a)madıkları için Allah’ın değil şeytanın razı olduğu bir sonuca mahkûm oldular ve haricilere dönüştüler.
Hikmet gibi hakikat ve iffetin de dünyevi ya da maddi yaşamla ilgili hasletler olmadığını söyledik. Çünkü bu özellikler, yaşam ve maslahatı değil, dini daha doğrusu dinin ilkelerini önceler ve onları yaşamın üzerinde tutar. Fıkıh değil ama dinin ilkeleri ise zamanın, mekânın ve toplumun durumuna veya konjönktüre göre değişiklik göstermez. Çünkü her şeyin üzerinde olan ilkeler, dünyaya ve yaşamına hükmeder ve hangi çağa ait olursa olsun toplumsal yaşamın hem seyrini hem de şeklini belirler. Bu anlamda mü’min toplulukların zorunlu mücadeleleri, yaşam ilkelere değil, ilkeler yaşama tercih edilecek şekilde ortaya çıkar.
Hikmetin olduğu kadar hakikat ve iffetin de gerçek anlamda bu dünyada alıcısı az, beğeneni nadirdir. Yine de aklı başında birçok insan, hikmet ve iffet sahibi ya da hakikati savunan bir insanı, beğenir ve takdir eder. Fakat beğeni, üstün insanların kişinin hayatına müdahale etmeye başladığı ana kadar sürer. Yani insanların çoğu, sadece kendisini ilgilendirmediği, maddi hayatıyla ilintili olmadığı, özgürlüğünü sınırlandırmadığı veya dünyada sahip olduğu maddi varlıklara zarar gelmediği(!) sürece hakikat savunucusunu hayranlıkla izler, hikmet sahibine imrenir ve iffetli insanı takdir eder. Oysa hakikat, güncel yaşamın seyrini bozacak yönde müdahale edip hareket ve davranış alanlarını daraltınca, hayran kalan insan, kınayıcıya dönüşür.
İffet sadece cinsellikle ilgili değil hem düşünce ve inancın hem de sosyal hayatın, haram olan herhangi bir alanına girmeyi yasaklayınca, iffetli insana imrenen kişi, vahyin klasik müfessirlerine ateş püskürmeye başlar. Hikmet de dünyevileşme ve çağdaş uymacılığı -konformizm- lanetleyip ruhun dünyadan uzaklaşmasını telkin ettiği kadar, yeryüzünü ve ona yakın olanı tahkir etmeye başlayınca, o takdir eden uysal varlık, hikmet sahibi insan karşısında düşman kesilir. Yani teoride müslüman olan insan, dini hakikatleri reddedemediği için onları özlerine aykırı şekilde yorumlayarak, kabul ettiği görüntüsü çizer, “geleneğe eleştiri” argümanına sığınıp dinin ilkelerinden, mahkûm edebildiğini reddeder ve Kur’an’ın on dört asırdır keşfedilmeyen “tarihsellik” özelliğini özgün (!) bir metotla ortaya çıkararak, âlimlerin nesilleriyle aktarılan İslam geleneğine modern bir gururla “eskilerin masalları” damgasını yapıştırır.
Hikmet, hakikat ve iffet elle tutulan somut bir madde olmaktan ziyade, Allah’ın kendisine yakın olan ruhlara zatından bahşettiği ulvi özelliklerdir. Bu nedenle toplumun zamana bağlı gelişimi karşısında eskimez ve ruha eklendikleri ilk gün gibi değerlerini korurlar. Yine bu ulvi özellikler, nâkıs olamayacağı için, onların zaman içinde mükemmelleşmeye ihtiyaçları yoktur. Tersine benzer şekilde cehalet, batıl ve fuhuş da, dünya hayatı başladığından beri Allah’ın onlara yüklediği ve yaşamı sefil kılan olumsuz anlamı ne ise, günümüzde de Allah ve müslümanların insanı, zelil ve çirkin kılan bu sıfatlara bakış açısı aynı olup değişmemiştir. Bu anlamda; toplumların yaşam tarzı, yönetim biçimi, hayata bakış açısı, ahlakı, sosyal durumu, kadın-erkek ilişkisi, çocuk, kadın, çevre ve insan hakkına yönelik bakış ile dini yaşam ya da helal-haramların, zamanın ilerlemesine bağlı olarak mükemmelleştiğini iddia edebilen bir insan, ancak tanrıyı yoksayan ve evrimci bir inanca sahip olan maddeci bir insan olabilir. Oysa kendini özgür zanneden böyle bir insan, zaman karşısında subje ve anın çerçevelediği mekân içinde kendini tutsak eden gönüllü bir köledir.
Zamanın zindanına hapsolmuş insan; Anın şartları içinde, yaşama gururla uyum sağlamaya çalıştığı kadar -iyi ya da kötü- geçmişi, sadece eleştirir ve ona küçümseyici bir gözle bakar. Kendisinden önceki asır ve çağlarda yaşamış toplulukları oryantal bir bakışla acıyla süzer ve geçmişte değil şimdiki zamanda yaşadığı için haline şükreder. Zamane insan için doğru ya da hakikat, ancakzamanın ilerleyişi ile mükemmel kıvamına ulaşabilir. Ona göre geçmiş topluluklar; vahşi ve barbardı, onları ehlileştirip terbiye eden ve medeni topluluklara dönüştüren etkense zamandır.
Anın tutsaklığına mahkûm olmuş insan için, farklı zamanlarda yaşayan toplulukların sosyolojik yapıları, içinde yaşadıkları zaman dilimine bağlı olarak, çeşitlilik arz eder. İlk zamanlarda yaşayan topluluklar ilkel, ikinci çağlarda yaşayanlar az gelişmiş, orta çağ toplulukları gelişme evresinde, son çağda yaşayanlar ise, gelişimini tamamlayıp mükemmelleşmiş topluluklardır. Buna göre, tarihin alt katmanlarında, herhangi bir toplulukta ortaya çıkan kural ve yasalar –dini ya da değil-, o tarihe ve o topluma özgüdür. Şimdi ise, farklı bir topluluk ve farklı bir zaman söz konusudur. Öyleyse dinin kuralları da ideoloji gibi olup ya şimdiki zamanın şartlarına revize edilerek ya da yenisi icat edilerek, ilkeler yeniden düzenlenmelidir.
Teist ya da ateist, muhafazakâr ya da tanrıtanımaz, dünya görüşü ne olursa olsun, zamana ayak uyduran her insan, gerçekte aynı tanrıya iman eder, o da zaman tanrısıdır. Bu nedenle çağdaş –çağın gereklerine ayak uyduran- insanın en büyük eksiği de inanç alanında ortaya çıkacaktır. Çünkü zaman tanrısı, kendisinden yani zamandan münezzeh değildir, o nedenle henüz mükemmel değildir. Zamanı ilerlettikçe o da kendisine tabi olan topluluklar gibi gelişir, büyür ve mükemmelleşen bir tanrıya daha çok yaklaşır. Bu sebeple ilkel çağlarda zaman tanrısı da ilkeldi kuralları ve ilkeleri de öyle, yeni zamanlara doğru yol alıp kadîm zaman daha da eskidikçe, zaman tanrısı da kurallarıyla birlikte gelişip büyüdü. Zaman tanrısı içinde yaşanılan çağa erişince, ilke ve yasaları ile birlikte O da mükemmel bir hale geldi. Ona iman edenler de mükemmel bir çağda yaşadıklarına inandı. Oysa tarihin başlangıcından beri, herhangi bir zamanda ortaya çıkıp zaman tanrısına iman eden bir insan da, kendi çağının geçmişe göre mükemmel olduğuna inanırdı. Bu açıdan günümüz ile geçmişin zamanperestleri, farklı zaman dilimlerinde yaşamalarına rağmen, tanrılarına bakışları aynı olup iki grup da çağının mükemmel olduğunu düşünürdü. Çünkü gelecek zaman henüz ortaya çıkmadığı için, en mükemmel tanrı ve tanrı-yasaları, içinde yaşanılan çağın tanrısı ve yasalarıdır.
Zamanperestlere
göre, zamanda geçmişe doğru gidildikçe batıl ve zulüm, geleceğe doğruadım attıkça hakikat ve adalet artar. Bu açıdan zaman tanrısının, hak ve özgürlük anlayışı da zaman içerisinde gelişip büyümüş, evrimleşmiş ve mükemmel bir kıvamı yakalamıştır. Öyleyse, başlangıç anından itibaren zaman tüneli içinde yolculuk yapan bir insan; geçmişten geleceğe doğru ilerledikçe toplulukların, kölelikten özgürlüğe doğru nasıl bir dönüşüm yaşadıklarını gözlemleme fırsatına sahip olacaktır. Zaman içinde özgürlük ve insan hakları yolunda evrimleşerek büyüyen adımların, aşağı mertebede ortaya çıkan toplumları, zamanla hangi mertebeye yükselttiğine şahit olacaktır. Zaman tanrısının, aynı şekilde ilkel çağlarda, insanın yaşam hakkına bile saygı duyulmadığı bir topluluktan, çağımızda artık hayvan hakları için bile mücadele eden toplulukları nasıl da çıkarabildiğini görecektir.
Günümüzün zamanperestleri, tarihin karanlık çağlarında varlık bile kabul edilmeyen kadının, çağımızda erkek toplulukları yönetecek ve idare edecek kapasiteye sahip bir varlığa dönüşümünün bayramını yıllardan beri kutlaya gelmektedir. Onlara göre geçmişte kocasının ayağını yıkamaya mahkûm edilen bir kadından, günümüzde eşcinsel ilişkiye girme hakkına sahip olmuş bir varlığın ortaya çıkışına ve sosyal hayatın her alanında yer edinmesine sevinmeyecek tek grup gericilerdir. Oysa kadın-erkek arasındaki farklılığa vurgu yapan tartışmalar artık geride kalmıştır, şimdi yeni bir çağ yaşanılmaktadır. Bundan dolayı erkek gibi, kadınların da her alanda söz ve eylem hakkına sahip olmalarına karşı çıkacak tek bir grup varsa onlar da geleneğin zindanına hapsolmuş ve geçmişe özlem duyan melankolik yaratıklardır.  
Muhafazakâr ya da liberal, örtülü ya da açık dindar ya da ateist tüm zamanperestlere göre bütün insanlık; kadın-erkek, dindar, kâfir ve liberal demeden, ortak alan ve eylemlerde buluşmakta, benzer çağrılar yapmakta, “söz konusu hak ve özgürlükse gerisi teferruattır” evrensel söylemini dillendirmekte ve cinsiyetler arasındaki her türlü sınırı ortadan kaldırmaktadır. Şimdiki zamanda temel olan özgürlüktür ve özgür bireylerin hakkıdır. Artık, kadın kavramının kendisi başlı başına bir ayrımcılık örneğidir, erkek kavramı da öyle. Çünkü artık kadın, ne kadın ne de erkek, erkek ise ne erkek ne de kadındır, kadın-erkek eşitliği tesis edilerek cinsler birbirine eşitlenmiş ve hem özgür bireylerin buluşma noktası hem de cinsiyetlerin orta yolu olan eşcinsellikte karar kılınmıştır. Bundan dolayı insanlığın bu ortak hareketine karşı çıkanlar, kendilerini temizlenmiş sanan(1) sefih beyinli bir topluluktan başka bir şey değildir.
Maalesef zamanperestler artık daha da ileri giderek, bu savuna geldikleri hakların çağında yaşadıkları için Allah’a iman edenleri de şükretmeye davet edecek pervasızlığı sergilemek üzeredir. Oysa İmam Ali’ye nasip olunan hikmetten mahrum olan müslümanlar, O’nun kadar sabırlı değildir. Bu nedenle onlar, Kur’an hakikatinin hatırı için suskunluk içinde 25 yıl sabreden Ali gibi, başörtüsünün hakkı için susarak 25 yıl boyunca sabredemeyecek. Çünkü 97’den 2007’lere kadar müslümanların savunduğu değer, her şeyden bağımsız ve bir metrekarede soyutlanmış bir bez parçası değil, iffeti simgeleyen bir başörtüsüydü. Fakat gündemden düşmeyen bazı örtülü insanlar, zaman ilerledikçe müslümanların vahiy temelli savunularından yüz çevirdiler, “biz kendi hakkımızı kendimiz savunacak güce sahibiz” dediler ama en son vardıkları nokta, özgürlük vahasında eğlenip liberalleri kendilerine veli kılmak oldu.
Onlar, liberallerin sınırsız özgürlük anlayışının kazandırdığı gururu pek sevdiler, sadece müslüman erkeklerin değil müslüman kadınların bile karşı cinsle muhatap olurken korumaya çalıştığı hayâ perdesini küçümsemeye başladılar. Sadece kadın-erkek arasındaki sınırdan değil, Allah’ın insan ile yeryüzünde kendi tercihi ile en çirkin ameli işleyen eşcinsel bir varlıkla arasında koyduğu sınırdan nefret eder hale geldiler. O yüzden dinin sınırlarına kıyasla özgürlüğe daha düşkün olan muhafazakâr erkek ya da kadınlar, kadınlaşıp erkekleşecek kadar artık fıtrat sınırlarına uymadıkları ve bir eşcinselin eşcinsel olma hakkını savunabildikleri için Allah ve Resul’ün lanetine müstahak olmak üzereler.
Liberallerden aldığı destekle sesi çirkinleşmeye başlayan ve kul olmaktan sıkılıp her günahın peşine “hak” adı altında takılan bir kısım muhafazakâr örtülüler; sadece iffet sahibi müslüman kadının inanç ve düşüncesini ifsad etmekle kalmamaktadır. Aynı zamanda geleneksel İslam yaşantısını korumaya çalışan müslüman ailenin değerlerini de aşındırmakta ve “kadın hakkı” başlığı altında eşler arasına modern fitneler sokarak, -farkında ya da değil- İslam toplumunu fesada doğru sürükleyecek adımları atmaya çalışmaktadırlar. Biz, onların liberallerle olan dostluklarına üzülmek yerine, onları feminizm ve eşcinselliği masum gösteren çağrılarından vazgeçmelerini isteyeceğiz, iffet ve takva sahibi olmaya davet edeceğiz ve son yıllarda kadın ve çocuk için savundukları görüşlerin İslam’ın değil çağdaş yaşamı yücelten insanın ürünü olduğunu ortaya koyarak, Allah katında yükümlü olduğumuz uyarıyı yapacağız.        Dipnotlar: (1) İffet Arapça köken itibariyle îffe olup, manası fıtrata aykırı davranmama yani Allah’ın helal ve haramına riayet etmedir. Bu kelimeden türeyen kelimeler yine benzer manalarda kullanılır. Teâffefe ân; bir şeyde haram ve çirkin şeylerden kaçındı. Aâffellahu: Allah’ın bir kimseyi dünyevi şehvetlerden ve arzulardan beri kılması. Âfif,âfife: haram ve çirkin şeylerden kaçınan. Huve isteâffe: haram ve çirkin şeylerden kaçınmıştı. Detaylı bilgi için http://www.velfecr.com/index.php?yazi_id=578&yazar=&dil=tr   (2) Bunun üzerine -Lut- kavminin cevabı ancak şöyle demek oldu: “Lût’un ailesini memleketinizden sürün. Çünkü onlar temiz kalmak isteyen insanlarmış(!)”  

Yorum Yap

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
SON VİDEO HABER

İsrail ordusu 16 yaşındaki genci infaz etti

Haber Ara