Hristiyan dünyasının, Buazizi’nin ateşi üzerinden atlayıp sürecin önüne geçme çabaları devam ediyor. Onbinlerin “Eş-şa’b yurid iskat en-nizam”(*) nidalarına kör ve sağır kalan beyaz adamın yersiz-yurtsuz diktatörü, devrim ateşini söndürmekle meşgulken, dostu Fransız şeytan, fırsattan istifade ateşin yönünü değiştirmek için didiniyor. Televizyon kanallarında reel politizmin anti-oryantalist analistleri; batıcı bakışlara selam çaktıklarının farkında olmadan, Tunus, Mısır ve Libya halkının onurunu aşağılayan gözlemler sunuyor. Realiteler dünyasının içinde büyüyen bazı müslüman yorumcular, bilgi kadar bilincin peşinde yeterince koşturmadıklarından, mucizelere şahit olmaktan mahrum kalıyor. Ve yeryüzünde Allah’ı aciz bırakamayacağına yakinen iman etmiş cinler, gaybten haber almayı çoktan bırakmış, Kur’an dinlemeyi sürdürüyor.
Gaybe iman, hem İslam’a dâhil olmanın hem de İslam’da kalmanın gerek şartıdır. Tepenin ardında ne olduğuna dair sunulan bilgiye inanmak, bilinmezliğin bilinir hale gelmesi durumunda, gündelik hayatın ne kadar etkileneceğiyle ilgili bir durumdur. Tepenin ötesinde “düşman ordusu varsa iman ederim ama görünmeyen Allah varsa yokum” anlayışı, reel-politik analizler üretme maharetinin sadece dış politika veya toplum bilim uzmanlarında değil aynı zamanda kadîm müşriklerde de görüldüğünü gösterir. Günlük hayattan Allah’ı yok edercesine olmayan bir gerçekliği varmış gibi yorumlama üzerinden önlemler alma vehmine kapılmak, İslam’ın helal saydığı tedbirciliğin değil materyalist anlayışın bir tezahürüdür. Bu anlamda, dünya ölçeğinde ya da kendi ülkesinde cereyan eden toplumsal hadiseleri, reel-politik düzlemde okumayı adet edinmiş bir insan, gerçekte günlük yaşamı veya kişiliğini belirleyen davranışları, reel-politizmin ekseni etrafında döndüğü için bu alışkanlığı edinmiştir.
Sanıldığı gibi gerçeklerin doğrultusuna uygun(!) bir şekilde davranış sergileme kabiliyeti, üniversitelerde öğrenim görerek elde edilen ve sadece ülkeler arası ilişkilerin analiz edildiği bir alanda ortaya çıkan bir vasıf değildir. Çünkü vuku bulmuş gerçekliğe göre hareket etmek, hayatın her sahasında karşılaşılacak bir davranış biçimidir. Bu anlamıyla reel-politikçilik, ahlak ve inancın ilkelerini yoksayarak her durumda ve her alanda hayatın korunmasını ve onun kolaylaştırılmasını önceleyen bir anlayıştır. Öyleyse sıra dışı bir yetenek olmaktan ziyade dünyevileşmiş bir insanın kişiliği olan reel-politikçiliği, ya saflık zannedilen bir kibirle umursamamak ya da reddetme gereği duymadan ona ilgisiz kalmak gerekir. Aksi durumda reel-politik düşünüş biçimi, gaybe iman ettiği için öngörü sahibi olan bir müslümanın, hikmet yetisini de ortadan kaldıracak ve basiretini bağlayacaktır.
Gaybe iman, görünmeyeni görünür kılarcasına inanıp itaat etmek, inancın bakış açısının sınırladığı alanda düşünmek ve bu düşüncenin çizdiği yol üzerinde tavır sergilemektir. Başka bir deyişle gaybe inanmak, insanın gayri meşru davranışlarda bulunmasının önünde manevi bir engel olmaktan çok gayri meşru düşünceye kapılmasını engelleyen maddi bir settir. Nedir gayri meşru düşünce? Allah’ın kudretini yok sayarcasına olmayan bir tehlikeyi büyüterek gereksiz tedbirlerin peşinde koşmak ya da onu, insan ve toplumun günlük hayatını etkileyen olaylardan çekip çıkarmaktır. Bu anlamıyla gayri meşru düşünce, haram kılınan bir davranışı işlemeye nazaran insanı küfre sürüklemesinden dolayı daha tehlikeli ve daha zararlıdır. Buna rağmen yasaklanmış bir ameli işlememek, herhangi bir konuda kendini ispat etmiş bir insana inanmaktan daha kolaydır. Böyle bir durumun yegâne istisnası, aynı konuda uzmanlaşmış insanlardır. O zaman gaybe iman nedir? Tek cümleyle açıklayacak olursak; hem Allah’a ve hem mutlak kudretine pratikte teslim olmaktır. Örneğin; Allah, Meryem (a.s) aracılığıyla dünyaya babası olmayan bir çocuk getirdiğinde Allah’ın kudretinden dolayı Meryem’e iftira atmamaktır. Bu; teoride, zihnin bir köşesinde gerçekleşmemiş, pratikte yaşanmamış veya günlük hayatta henüz vuku bulmamış her şey için “Allah kudret sahibidir” bilgisini taşımak demek değildir. Bilakis gaybe iman, kudretin var olduğunu bilmekten çok, o kudret tecelli ettiğinde O’nun takdir yetkisine itaat etmektir.
İsrailoğulları’nın ilkleri, babaları Yakub’un kendisi gibi peygamber olan bir varis bırakacağına inanacak kadar Allah’a ve peygamberliğe iman etmişlerdi ama Yusuf’un peygamberliğine inanmadıkları için zulme ve küfre saptılar. Oysa müşrik olan rüya tabircileri, Yusuf’un rüya yorumunun bir insan ürünü olamayacağına şahitlik ederek Allah’a iman etmişlerdi. İsrailoğulları, Musa (a.s)’nin tüm mucizelerine yakinen şahit olmalarına rağmen buzağıya tapmaktan geri kalmamışlardı. Oysa Firavun’un Kıpti büyücüleri, yılanı ejderhaya dönüştüren gücün büyü olamayacağına şahitlik ederek Musa’nın (a.s) rabbine iman etmişlerdi. İsrailoğulları, gayri meşru ilişki içinde olan insanları ayıplayacak kadar zinanın büyük bir günah olduğunu bilirlerdi ama Allah’ın kudretini yok saydıkları için Meryem’in iffetine laf atmaktan geri kalmamış ve küfre sapmışlardı. Oysa iffetin, insanı soktuğu psikolojiye kendi hayatında yakinen şahid olan insanlar, onu itham etmekten imtina etmişlerdi. Hâsılı kelam gaybe iman, görünmeyenin görünene müdahalesine olanak tanımazsa bu iman, iman değil görünen hakikati de görünemez hale getirecek kadar üzerini örten bir küfürdür. Şüphesiz ki her an yaratma halinde olan Allah, sadece doğaya değil aynı zamanda hem O’ndan medet uman ya da medet umacak takati bile kalmayan birey ve topluluklara olumlu yönde, hem de O’na isyan eden ve kullarına zulmeden zalimlere ise olumsuz yönde her an müdahale etmektedir.
Rad suresinin meşhur ayetinde(**) geçen üçüncü cümle, tefsirlere gerek bırakmayacak kadar “toplumların ilahi müdahale ile değişimi” konusunu yeterince izah ederken, ne hikmetse müslüman birçok yorumcu, bu ayeti “insanlar iyi yönde değişme iradesi göstermedikçe Allah onların durumunu iyileştirmez” şeklinde yorumlamakta ve güncel hadiseleri bu yorum etrafında açıklamaya çalışmaktadır. Oysa ayet, Allah’ın; sadece kötü yönde değişen topluluklar için fenalık dileyebileceğini, iyilik üzerinde sebat eden topluluklar içinse kötülük dileyip onları olumsuz yönde değişime sevk etmeyeceğinden söz etmektedir. Yine ayet, zulüm altında yaşamaya mahkûm edilen toplulukların, bu zulümden kurtulmak için yeter ve gerek şartın, illa da olumlu yönde bir değişim için iradesini ispat etmeleri gerektiğini katiyen söz konusu etmemektedir. Ki tarihteki örneklere bakıldığında, Mısır müşrik toplumu, mazlum İsrailoğulları ve Mekke müşrik toplumunun Yusuf, Musa ve Muhammed (a.s)’ın risaleti aracılığıyla zulüm ve şirkten kurtulması, önceden irade göstermemelerine rağmen sadece Allah’ın kudreti ve dilemesiyle gerçekleşmiştir. Bu ayetin ışığıyla Türkiye, Tunus, Mısır, Libya ve Cezayir’e bakıldığında; müslüman halklar, yaklaşık 80 yıldır Kemalizmin, baasçılığın, laiklik, dindışılık ve modernliğin ağır baskısı, zulmü ve sömürüsü altında kalmalarına rağmen yine de direnip olumsuz yöndeki değişimin karşısında durduklarını ve halk düşmanı rejimlerin, halkın pasif ya da aktif direnişi karşısında ayakta kalamayarak çöküşlerinin Allah’ın kudretiyle gerçekleştiğini söylemek gerekir.
Zulmün şiddeti son haddine çıkarılmasına rağmen Türkiye’de Kamalist, Tunus’ta laik, Mısır’da Baasçı, Libya ve Cezayir’de sosyalist bir halk ortaya çıkmadıysa müslüman yorumculara düşen görev; bu halkların onur ve şerefini daha da yüceltmeleri ve halk hareketlerinin Allah’ın değil ABD’nin kudretiyle(!) gerçekleştiğini ısrarla iddia eden reel-politikçilerin gururlarını alabildiğince kırmaktır. “Lideri olmayan halk hareketi ve devrim mi olur, bu hareketler neden şimdi ve aynı anda başladı, halklar diktatörlerden kurtuldu ama asıl önemlisi bundan sonra ne olacak?” gibi değişim süreci tamamlanıncaya kadar sorulacak sorulara kısaca yanıt vermeye çalışalım;
Babası olmayan bir çocuk doğurmaya muktedir olan Allah, bir hareketi lideri olmadan inkılab’a dönüştürme kudretine de sahiptir. Bu anlamda Nemrut ve Firavun’u deviren Allah, dilediğinde ve/ya takdir ettiği ecel geldiğinde tanrı modundaki generallerin, Bin Ali’nin, Mubarek’in, Kazzafi, Abdullah Salih ve Buteflika’nın iktidarını yıkar. Neden şimdi sorusuna neden önce değil neden sonra değil sorularıyla cevap vererek kısaca Allah’ın takdiri demek en doğrusudur. Neden aynı anda? Bu halkların özü bir birine ne kadar benzerse yüzyıldır başlarına gelen zulümler, yönetilme tarzları ve yöneticilerin ahlakı da aynıydı. Tüm halklar, halk düşmanı olduğu kadar Allah düşmanı bir anlayışla yönetiliyorlardı. Bu anlamda bir yerde başlayan değişimin diğerlerinde de olması kaçınılmaz oldu. Asıl önemlisi diktatörler devrildikten sonra ne olacak? Marksizmin değil Kur’anın inkılaba yüklediği manayla cevap verecek olursak, paşaların ve diktatörlerin devrilmesi başlı başına bir inkılaptır, inkılabın vuku bulması ise en az inkılab sonrası süreç kadar önemlidir. Allah’ın Musa’ya (a.s) verdiği ilk görev, İsrailoğulları’nı Firavun’un zulmünden kurtarmaktı. Bu anlamıyla henüz “Çıkış”a ulaşmamış İsmailoğulları’nın durumu, sanki süreç tamamlanmış ve onlar Sina Çölü’nde ahlaksız bir hayata meyletmiş gibi ele almak, Kur’an’a iman etmiş bir müslüman için mümkün değildir. En önemli soruya gelelim; halk hareketlerini Batılı ülkeler başlatmadıysa bile sömürgeciler, halkların aleyhine olacak şekilde bu hareketleri yönlendiremez mi?
Muhammed Buazizi’nin eylemi, Afrika coğrafyasındaki müslüman halkların daha önce hiç karşılaşmadığı ve zulümden hayatta kalmaya takati kalmamış bir mazlumun sıra dışı bir eylemiydi. Buazizi’nin ateşi, halk hareketlerinin sönmeyen bir kıvılcımı olacak şekilde çakıldı. Bundan dolayı batılı ülkelerin, bu sürecin yönünü değiştirip onu lehlerine çevirebilmeleri için ateşin önüne geçmeleri gerekir. Oysa ilahi takdir, Buazizi’nin ateşiyle çoktan tecelli etti. Artık bu takdirin yönünü değiştirmek için işgal, plan ve stratejilerle gaypten haber almaya çalışacak her emperyalist girişim, Buazizi’nin ateşine çarpıp sönmeye mahkûmdur. Ne Abd ne Fransa ne de İngiltere bu ateşin önüne geçmeye ve geleceği bilip onu değiştirmeye güçleri olmayacaktır. Şu anda haçlı ordularının tek yapabildiği, bu ateşin peşinde iştahla sürüklenmektir. Oysa haybten haber almaya çalışan cinler, üzerlerine fırlatılan ateş toplarından(***) kaçmakla pek de akıllı davranmışlardı. Allah bilir bu ateşe en yakın olup onun önüne geçtiklerine kanaat getirdikleri anda, ateşin onları da yakmaması kaçınılmaz olabilir. Bir başka açıdan bakıldığında Buazizi’nin ateşiyle başlayan hareketler, materyalist bakışın “kelebek etkisi” teorisiyle de açıklanabilir ama biz ta en başta, Buazizi’nin, ateşi yakmasıyla Allah’ın takdirinin tecelli ettiğini ve ne sürecin başında ne ortasında ne de sonunda bu takdirin önüne artık kimsenin geçemeyeceğini söylüyoruz. Neden? Çünkü henüz zulmün saltanatından yeni kurtulmaya başlayan müslüman halkların başına, Allah daha büyük bir musibet musallat edecek değildir. Bu anlamda, Türkiye’de de bu tip hareketler olabileceğini dile getirenler, ya halkın Kamalist diktatörlükten yeni yeni kurtulmakta olduğunu görmüyorlar ya da tanrının, sonsuz merhamet sahibi Allah’tan çok Zeus’un olabileceğini farkında olmadan ima ederek konuşuyorlar.
Öyleyse hem Türkiye’de hem de Afrika coğrafyasında müslüman halkların -kanlı ya da kansız- yaşamakta oldukları değişim süreci, müslüman halkların lehine ve başta ABD, Yahudi Devleti ve Avrupa olmak üzere küfür toplulukların aleyhine olacak şekilde sonuçlanacaktır. Sözü, jeo-strateji ve devletlerin reel-politik eğilimleri konusunda uzman olan Davutoğlu’nun, jeo-stratejiyi de, reel-politik çözümlemeleri de bir kenara atarak ezber bozan bir sözüyle bitirelim; "Sıradan bir Türk, sıradan bir Arap ve sıradan bir Tunuslu, tarihi değiştirebilir"
Şüphesiz ki en doğrusunu Allah bilir.
Dipnotlar
(*) Arapça’da, “Halk, rejimin düşmesini istiyor”.
(**)Ardından ve önünden (onu) ta’kîb edenler vardır. Allah’ın emriyle onu gözetirler. Şüphesiz ki bir kavim, kendini değiştirmedikçe; Allah da onları değiştirmez. Ve Allah, bir kavmin fenalığını dileyince; artık onun önüne geçilemez. Allah'tan başka onları koruyacak birisi de bulunmaz, Rad-11.
(***)Doğrusu biz (cinler), o göğü yokladık da onu kuvvetli muhafızlar ve atılmaya hazır ateşin aleviyle doldurulmuş bulduk, Cin-8.
Yorum Yap