Yazıyorum
Hülagünün azıdişlerinden kurtarmak için dünyayı
Çetelerin yönetiminden
Kabile şeflerinin çılgınlıklarından
Yazıyorum,
Kelimeyi kurtarmak için kontrol mahkemelerinden
Köpeklerin koklamalarından
Sansürün darağaçlarından…
Nızar Kabbani’ye selam olsun. Kam’istan topraklarının lanetlenmiş şairine. “Bunun için çekiyorum isyan bayrağını” diyordu. Kediler gibi boğazlanmaya götürülen milyonlar adına… Gözkapakları çıkarılanlar, Dişleri sökülenler adına… Sülfürik asitte eriyenler adına kurtçuklar gibi. Yoksun olanlar adına sesten, görüşten, dilden… Ne kadar da benzer; Suriye, Türkiye, Mısır, Irak, Libya, Tunus ve Cezayir’in yani koca müslüman coğrafyasının Arap, Türk ve Kürt halklarının kaderleri. Bir asırdır bu coğrafyayı kaplayan karanlık, hep birbirine bin yıldan fazla aşina olmuş ve aynîleşmiş halkların sadece geçmişini ilga etmek için değil geleceklerini de çökertmek adına sinmişti gökyüzüne. Sanki aynı ana-babadan doğmuş gibi aynı kanı taşıyan ve birleştirme adına halkları, uluslara parçalayan ittihatçılar; birbirinin kardeşiymiş gibi terakki adına kastetmişlerdi kardeş halkların Arap, Türk ve Kürdüne…
Halkları; yıldızlar, ay ve güneşten mahrum etmişlerdi ilkin. Sonra suni ışıkları üzerlerine tutarak “sizi Aydınlanma Çağın’a eriştirdiğimiz için artık bize şükredin” demişlerdi o Fransız çağından sonraki en mükemmel maymunlar. Halklarla rablerinin arasını açmak için Nuh kavminin atalarını çağdaşlık adına taklit etmiş ve halklarla mabedleri arasına putlarını dizmişlerdi sırayla. “Ey Arap ulusu, Ey Türk ulusu, Ey Kürt ulusu” diye başlamışlardı seslenişlerine. “İşte biz, İşte siz!”, “Sizi biz var ettik, bizden önce yoktunuz, bizimle birlikte var oldunuz, ey vatandaşlarımız yani kullarımız haydin tapının ulusunuzun rabbi olan çağına ve kutsayın sizi kurtaran bu rabbin melekleri olan askerlerine, generallerine!” emriyle bitirmişlerdi vaazlarını.
Önce, halkların dinine çağdışı damgası vurdular o meleksi şeytanlar. Akabinde dillerine, ardından tarihlerine, sonra kültür, gelenek, giyim-kuşam ve kadın-erkek ilişkilerine, kadın-erkek eşitsizliklerine! Onlar, evrimin her yönüyle tekâmül etmiş en üstün yaratıklarıydı. Zamanın en uç noktasında var olmanın zevki içinde katliamlara girişmişlerdi geçmişi yüzyıldan fazla olan her şeye karşı. Kendilerini, Avrupa ulusları gibi doğal bir sürecin içinde evrimleşmeye bırakmamışlardı. Artık yaratıcıları(!) Kron’a da müdahale edecek kadar mükemmelleşmiş ve sadece on-yirmi yıl içinde, evrimlerini yüzlerce yıldan sonra tamamlayan ulusların en güzel(!) yönlerini taklit ederek, beş-on milyonluk üstün-ırklar yaratmışlardı o müslüman coğrafyanın kuzeyinde güneyinde, kuzeybatı ve doğusunda. Sonra ırklar arasındaki yapay sınırları, yaşadıkları coğrafyanın topraklarına aktardılar. Kuzeyden güneye ve batıdan doğuya kandan çizgiler çektiler Arap’la Acem, Türk’le Arap ve Kürtle; Arap, Türk ve Acem arasında. Araplaştırmaya çalıştılar Filistin topraklarını, Mezopotamya’nın ovalarını Kürtleştirmeye ve Türkleştirmeye, Anadolu’nun verimli sıradağlarını. Ardından kutsadılar sınırları, lanetlerken hudutları ihlal eden halkları. Gerçekten bu müslüman coğrafyası Türk’ün müydü Arab’ın mı? Yoksa Kürt ya da Acemin mi?
Gerçekten Karadeniz sıradağlarından, Toroslardan, Amanoslar, Allahuekber ve Beydağları’ndan kopan taş kütleleri, vadilere doğru hızla yuvarlanırken “Türk, Türk” diye mi inler yoksa “Allah, Allah” mı? Ya da Anadolu’nun çatlayıp da içinden sular fışkıran kayaları, Türk’ün haşmetinden mi korkar Allah’ın azametinden mi? Veya patlarken Ağrı, Erciyes, Nemrut, Süphan, Tendürek ve de Hasan Dağı; o ulusçuların kadim tanrılarından mı emir almış yoksa ezel olan Allah’tan mı? Ya şu binlerce yıldır sessiz ve hareketsiz sanılan Hasankeyf’in kayaları; içlerinde fırtınalar kopartan ve içten içe patlayan kaotik raksın temposunu tutan ses, neyin sesidir? Arap kasidelerinin mi, Kürt dengbejlerin mi yoksa ezgiler mırıldayan Allah’ın meleklerinin mi?
Üzerinde yaşayan halklarıyla birlikte “Yoktur ilah, Allah’tan başka” diye gelen bu coğrafyayı, halklarıyla birlikte kim neden ve ne adına parçalamıştı? Allah’tan başka bir şey varsa o da ilahların yokluğuydu ama kim yok olucu ilahlar edinip hem Allah’ın halklarını yok sayacak hem de coğrafyasını parçalayacaktı? Şirkin tarih defteri henüz kapanmamışsa, elbette müşriklik de dünyanın erken zamanlarına has bir psikoloji olmayacaktı. Ve Allah, küfür de inat edenin kalbini tevhide kapatacaktı, onu evrim ve tesadüfler dünyasının zindanına hapsederken. İşte imanı, kendine imkânsız kılan o inatçı zorbalar, paramparça gördükleri dünyanın içinden, ilahlar yaratma sendromuna duçar oldular. Anlık kareler halinde gözlemledikleri dünyada, hem birbirinden kopuk ve dağınık küçük parçalar gördüler, hem birbirine yakın büyük parçalar ve hem bitişik koca parçalar. Bu büyük parçaları kim birbirine yakınlaştırmış ve bu kocaman parçaları kim meydana getirmişti? İnatçı zorba olarak, evreni kuşatan Allah’tan yüz çevirirken “tek tanrı saçmalık” dediler ve sonra tanrılar yaratmaya başladılar bu parçalar dünyasının içinde.
Kalpleri mana âlemine, artık tümden kapanırken, gözleri daha da büyüdü maddi âlemde, maddelerin dünyasını daha yakından görmek için! Geçmişte bir bütün halindeyken yıprandığı için çatlayan ve aşınan parçalar gördüler, eskidiği için parçalanmış maddeler. Yeni doğan bedenler, an be an büyüyen canlılar, anında yığılıp hareketsizleşen bedenler, kokmaya başlayan ölüler, çürümeye ve sonra yok olmaya terk edilmiş cesetler. Aynı zaman içinde gün gün, ay ay, yıl yıl hem oluşan maddeler ve hem yok olan! Sonra kendilerine döndüler, baktılar canlı bedenlerine, vücutlarını çürümekte olan ruhsuz cesetlerle karşılaştırdılar. Yeni doğmuş bedenlerle sonra, büyüyen bedenlerinin zamanla yıprandığını gördüler. En sonunda hayatın sırrını çözen bir bilim adamı gururuyla ayağa kalkarak “Bizi ancak zaman helak eder ya da biz; ancak zamana uydukça yenilenebilir ve mükemmelleşebiliriz” dediler. Evet, onlar için zamandı maddeler dünyasındaki küçük, büyük ve kocaman parçaların nedeni! Zamandı, zaman içinde parçaları birleştiren ve eskimiş kütleleri parçalayan. Zamandı yok eden ve yeniden var eden! İnsanı dirilten ve öldüren, güneşi doğurtan ve batırtan, günü meydana getiren, dünyayı karanlığa bürüyen. Hiç durmadan hareket eden, hareketiyle tüm hareketlenmelere kaynaklık eden! Dursa zaman, maddeler dünyası duracaktı ve sönecekti dünya ama durmuyor durmadan ilerliyor sonsuzluğa(!) doğru! En sonunda zamanın şu değişmez kaidesini keşfettiler(!); Kim zamanı takip ederse o eskimeyecek, hep yenilenecek, çürümeyecek ve yok olmayacak kim de zaman karşısında değişmeden direnirse o er ya da geç yok olacak! Ve kimin geçmişi yüzyıldan fazla ise o; zamanı eskitmeye hatta durdurmaya çalıştığı için, bir tehlikedir zaman karşısında, zamanı takip edenler karşısında. İşte böyle başladı modern müşriklerin geleneğe bağlı halklar karşısındaki serüven, mücadele, cinayet ve katliamları.
Halk düşmanları, hile ve tuzaklarla zaman içinde gücü eline almayı başarınca dönüp halklarına baktılar önce, halkları idare eden ilahi iktidara, halkın inancına, diline, kültürüne, yaşam biçimi ve ilişkilerine. Ne yüzyılı! Bin yıldır, hiç değişmeden bu günlere geldiğini gördüler halkların. Önce bir korku kapladı ruhlarını, sonra bedenlerini titreme. Zaman karşısında yok olmayanların, yok ettiğini gördüler değişimleri. Kendileri bir aşüfte gibi zamana teslim olmuştu, artık zamana sarılmanın hazzını yaşıyorlardı ama arada bir duydukları bir ses, eski dünyadan yankılanan bir çağrı, keyiflerini kaçırmaya yetiyordu. Sonunda zamanı da bastıran bu ses; onları, mahkûmu oldukları zamanın hâkimi olan halklara götürdü. Sahip oldukları güçle zamanı da kuşatan bir maziye sahip olan halkları mahkûm edemezlerse, kısa süre içinde yok olacaklarını anladılar. Artık ne pahasına olursa olsun halkları, hiç beklemeden değiştirmeleri gerekiyordu. Elbette değişim, yenilenme demekti ve yenilik, eskiye ait ne varsa koparıp atılmayı gerektiriyordu.
Batıda yeniliğin uzun zaman dilimi içinde gerçekleştiğini görseler de bekleyecek vakitleri kalmamıştı. Her an ölebilirlerdi çünkü, çürüyüp yok olabilirlerdi. Hiç beklemeden eskiye ait ne varsa koparmaya başladılar halktan, geçmişleriyle et ve kemik gibi bütünleşen halktan. Acılar içinde ölenler umurlarında değildi, geçmişini koparamayan zaten ölmeyi hak etmişti. Çünkü onlar için halk değil, artık geçmişleri olmamasına rağmen hayatta kalabilen bir avuç azınlık önemliydi. İktidarı ellerine alınca, dinlerinin bin yıllık dilini kestiler önce halkın, ardından tarihlerini. Sonra yeni bir dil eklemlediler ve olmayan bir tarih yapıştırdılar arkalarına. Zamanları yoktu. Bu nedenle maymundan insan türetme illüzyonunu, kurttan insan çıkarma hokkabazlığına dönüştürdüler. Yeni bir ulus yaratmanın çarpıklığı her yerinden seziliyor ve korkunçluğu, her taraftan okunuyordu ama ulusçular için sadece hayatta kalanlar önemliydi.
Dil de tamamdı tarih de ama halkın gelenek ve yaşam biçimi hâlâ değişmemişti. Henüz geçmişinden kopmamış diğer halklar nasıl yaşıyorsa, yeni dil ve tarihe sahip oldukları halde ulus-halk da aynı yaşam tarzını benimsemeye devam ediyordu. Çünkü halklar, kardeşleriymiş birbirlerinin! Birbirinden kopmayan bu halklar hep birbirinin aynısıydı, çünkü hepsinin rabbi Allah’tı. Eski çağlardan kalan İslam, onları ümmet çatısı altında birleştirmiş ve kardeş kılmıştı. O zaman bu halkları parçalamak için ya onları çatının altından çıkarmak ya da o çatının altına, onu görünmez kılacak başka bir çatı inşa etmek gerekiyordu. Bu sayede her halk, yukarı bakınca sadece kendi çatısını görecek, kendi çatısıyla gurur duyacak ve diğer çatılara öfkeyle bakıp altındaki halkları küçümseyeceklerdi. Modern zamanın son modası olan ulusçuluğu da hazır yanı başlarında görünce, hiç vakit kaybetmeden katı ve kalın bir Türk çatısı inşa ettiler, sonra Arap çatısı, ardından Kürt çatısı. Artık halkların ortak kaderi değil, her ulusun kendi kaderini yücelten nutuklar ediliyordu. Ulusçular; her ulusun kendi kendini yönetme, idare etme vaazları arasında, ulusun tanrılarına uymadıkları takdirde, halkı yok etme özgürlüğüne sahip olmuşlardı. Çünkü bu ulusları kendileri yaratmıştı(!)
İşte halkların bir asırlık geçmişi! Yüzyıldır, halk düşmanı ulusçuların elinde bir hayvan ve mal gibi boğazlanıp parçalanan halklar. Ulusçuların ittihadı ve kardeşliği için, anız tarlalarında yakılan saman çöpleri gibi yok edilmeye çalışılan Allah’ın halkları! Terakki ve zamana yetişme adına, bir maymun gibi çağın arkasından kırbaçlanarak sürüklenen halklar. Yüzyıldır kapkaranlık bırakılan bir dünyanın sahte ışıkları altında, takım elbiseli ve üniformalı vampirleri, kahramanları gibi görürken; paçavraya dönmüş bir hayat ve elbiseler içinde kendilerini kurtarmaya çalışan peygamber takipçilerini, kendilerine asi ve bozguncu olarak belletilen halklar.
Zulüm içinde geçen bir asır boyunca, gecenin ilerleyen vakitlerinde ortaya doğal çehresiyle çıkan canavarlar türemişti bu müslüman coğrafyada. Çağdaş mahallenin aydınlatılmış geniş bulvarlarından süzülüp karanlık bir zindanda, ıssız bir ovada, kuzgunumsu naraların atıldığı terk edilmiş yollarda, kurtların uluduğu tepelerde ve halkın ışıksız, dar ve çıkmaz sokaklarında onun kanına girdikten sonra gündüz aydınlığında “cumhuriyet ve terakki” maskesi altında yine onun arasında dolaşan ve ondan hesap sorup duran ulusçu canavarlar! Bunlar, gün aşırı sakal tıraşlarıyla oldukça insansı görünüyorlardı. Yana taranmış saçları, çağcıl koyu renk takım elbiseleri, beyaz gömlek ve kravatlarıyla, bir karanlık gecede halkın seması üzerine yaydıkları zulmü ustalıkla gizliyorlardı. Halk onlara görünüşünden dolayı imrenerek bakarken, gerçek yüzlerini başkalarına maske olarak taktıkları insanları ise düşmanca süzüyordu(*).
İşte yüzyıldır halkın kanıyla beslenen ulusçuların karanlık dünyasına mahkûm olan bu halklar, değişime ve zamana ayak uydurmaya direnince zaman karşısında yok olmamayı başardı. Belki bunun için belki de hiçbir sebep yokken, Allah bu halklara merhamet etti ve gündüze az bir vakit kala, onlara ulusçuların gerçek yüzünü yani çirkin, karanlık ve kanlı yüzünü gösterdi. Şeklin, biçimin, takım elbiselerin ve allı-pullu yeşil üniformaların, bu ulusçu vampirleri kamufle etmek için kullanıldığını gören halk, gerçek düşmanını tanımaya başlarken, Allah’tan ve O’nun kardeş kıldığı insanlardan başka dostunun olmadığını da gördü.
İşte bunun için Türkiye’de, Tunus’ta, Mısır, Libya ve Suriye’de Allah’ın halkları; ulusçulara karşı ayağa kalktı ve “Yaşasın Ulu Önder Allah” nidaları arasında tanrılarına karşı başını kaldırdı. Kendi hayatını yoksayarak kıyam etti, tanrıları dâhil ulusçulara ait ne varsa hepsini tümden ortadan kaldırmak için.
Artık gövdesi parçalansa da başı dik kalacak bu halkların!
Elbette bu başkaldırının iç dünyasına nüfuz edemeyenler, halka kör ve sağır olanlardır. Elbette çağa uyma adına eskiye ait ne varsa reddeden bir İslamsı, bir sosyalist, bir modernist ya da ulusalcı; bu halkların ardında Allah’ı değil Okyanus ötesinin Hülagûsunu görecek ve onları, Hülagû’nun peşinde sürüklenen zavallılar sürüsü sanacaktır. İşte bu zavallı sanılan halklar, ulusçuların tanrılarına başkaldırdıkça ve yıktıkça zaman karşısında eskimesin diye bronzdan yapılan heykellerini; başkaldırıları da zavallılaştıracak halktan kopuk entelektüelleri, yazarları, politikacı ve generalleri! Bu şerefli halkların başkaldırıyla yücelen onurları, ulus çatılarını paramparça ederken, başkaldırıyı reel-politik düzlem üzerinde anlamaya çalışan her varsayıcıcıyı da tahkir edip zavallılaştıracak. Nerden bilsin o varsayıcılar; başkaldırının, yoksayıcılıktan geçtiğini! Halkın lehine ve yararına gerçekleşen her hadiseyi, Hülagû’nun tuzağı olarak gören bir ulusçu, halklara en yakın rabbin kim olduğunu nerden anlasın? Ve her namazın secdesinde Allah’ı hissedemeyen bir İslamsı, halktan uzak kaldığı için takvadan yoksun olacağını nerden bilsin! Ulusçuların tanrılarına kıyam eden Allah’ın halklarını zavallı sananlar, gerçekte Allah’ı yok saydığı için halk dışında her şeyi var sayan ve halktan uzaklaştıkça bâtıla yaklaşan gerçek zavallılardır.
Kuzey Afrika’nın Seyyid Ebuzeyd meydanında yakılan ateş, Şam diyarını yangın alanına çevirmekte gecikmedi. Halkların ulusçulara karşı başkaldırısını, ulusçuların halklara karşı isyanına dönüştürmeye çalışan Mezopotamya’nın kâhinlerine dönüşen Allah düşmanı ulusçuları ise, halkın dinine bağlı ve saygılı olduğunu göstermeye çalışarak bu ateşten kendilerine pay çıkarmaya devam ediyor. Türkiye’de, Tunus’ta, Mısır, Libya ve Suriye’de müslüman Türk, Kürt ve Arap halkı, yüzyıllık ulusalcı kâbustan kurtulmak üzereyken, birileri de yüzyıllık Türk ulusalcılığından çekmediği zulüm kalmamış olan Kürt halkını, bir yüzyıl daha “ulusların kendi kaderini kendi tayin etme hakkı” oyunu üzerinden, Türk ulusalcılarının kardeşi olan Kürt ulusalcılarına teslim etmeye çalışıyor.
Kürt halkı dâhil bütün halklara karşı kurulmaya çalışılan son tezgâhın içinde Kürt ulusalcılarının yanında ayağa kalkamayacak kadar güçten düşen Türk ulusalcılarının rol aldığını görmek şaşırtıcı değildir. Kürt halkının canını yeterince acıtan yüzyıllık Türk ulusalcılığına başkaldırmak yerine onların tanrılarıyla işbirliği yapa gelen Kürt ulusalcıları, şimdi Yahudi Devleti dâhil bütün halk düşmanlarıyla el-ele vererek Kürt ve Türk halkının ortak irade ve geleceğini çökertmeye çalışıyor. Yanı sıra, “Yaşasın halkların kardeşliği” popülizmi üzerinden ulusçuların kardeşliği için, halkların düşmanlığını olanca güçleriyle körüklemeye çalışıyor. Gazze’nin ulusalcı-çetelerinin istipdatı, 2007’de halk iktidarı tarafından yakılmışken ve Batı Şeria’nın ulusçuları, Filistin halkına teslim olmaktan başka çıkar yolun olmadığını anlamışken; Diyarbekir’in, Van, Ağrı, Hakkari, Batman, Bingöl ve Mardin’in ulusalcıları, hâlâ müstakbel(!) ulusçu iktidarın selameti için küfrede geldikleri Allah’ın halkını, Cuma mizansenleri üzerinden 40 yıllık düşmanlıktan sonra kazanmaya çalışıyor. Mısır’ın, Tunus’un, Libya, Türkiye ve Suriye’nin halkları; ulusçu tanrıları yakarken, eş zamanda Mezopotamya’nın ulusalcıları; Kürt halkını bir yüzyıl daha yakacak ulusçu iktidarın peşinde koşuşturuyor. Yoo! Bu ateş; halkı yakan ulusçuların kanlı elleri üzerinden değil, yüzyıldır ulusçular tarafından yakılan halkın yanık bağrından yükseldi ve yakıtı, halkın kanıyla yoğrulmuş ulusçu tanrıların iktidarlarından başka bir şey değildir.
Artık Arap, Türk ya da Kürt; geriye kalan tüm ulusçular, ya af dilemeye başlayıp eteklerine kapanacak yok ettikçe çoğalan halklarının ya da Allah’ın halkları, O’nun yardımıyla tüm ulusalcı iktidarları yok edene dek, ulusçu tanrıların boyunlarını dizlerine kadar bükmeye devam edecek!
(*) Genç Birikim Dergisi’nden alıntılanmıştır.
Yorum Yap