Kaf Suresi/37. ayetinde de (Elbette bunda, (akıl eden) bir kalbe sahip olanlar için ibretlik bir uyarı vardır.) görebileceğimiz akıl eden kalp tabiri önemli bir kavramdır.
Bence “akıl eden kalp” demesinin nedeni, din ile zemin arasındaki uyum idi. Dinin maksadı, yöntemi, realitesi, önceliği, fıkhı, “dünyayı imar planı” yaşadığı çağın realitesi ile uyum sorunu yaşamıyordu.
“Roma'nın, Mısır'ın, İran'ın varisi olacaksınız” dendiğinde bu çok da imkânsız görünmezdi. Yol belli, imkân belli, yöntem belli. Taraflar aynı çağın tarafları idi. Kalbin istediğini akıl reddetmiyordu.
İsrailoğulları samimi olurlarsa vaat edilmiş topraklara gerçekten girebilirlerdi. Samimiyetleri üzerine “yürümeleri”, yol kat etmelerine yetiyordu. Samimi olup savaşırlarsa, “nehirden su içmeme” iradelerini gösterirlerse kazanacaklardı.
Ellerinde kılıç, ok ve yayları olan samimi 300 Müslüman 1000 kâfiri yenerdi. 10 Müslümanın 100 müşriki yenebileceği vaadi ihlasa bağlı idi. Ancak yine de bu vaat Mekke'de değil Medine'de verildi.
“Akıl eden kalp” Kur'an için önemli bir kavramdır. Ve mümkündür. Çünkü o dönemin Müslümanı için akıl eden kalbin önündeki engel nefis ve şeytandır.
Ya bizim çağımızda! İmanımızın makamı olan kalbimiz ile çağımızın aklı arasında korkunç uçurumlar bulunmakta. O nedenle dini, mantıklı bir şekilde izah etmek, bir ateisti ve deisti ikna etmeye yetmiyor. Ateizm' in ve Deizm' in beslendiği alan, iddia edildiği gibi “geleneksel İslam söyleminin” akıldan uzak olması değildir. Müslümanların dünyayı imar imkânından yoksun olmasıdır zannımca.
İslam toplumlarında ateizm-deizm ve Tanrı'nın (Allah yerine Tanrı kelimesini kullanacağım) varlığı ile ilgili yazılan kitaplarda zannımca gözden kaçırılan bir nokta vardır: Günümüzde, batı toplumlarında Tanrı'nın varlığının sorgulanması onun zatı ile ilgilidir. Aslında Tanrı'nın var olup olmaması onun umurunda da değildir. Çünkü kendi yaşamından memnundur; memnun değilse bile kendi çözümlerini üretmeye çalışmaktadır.
Ancak doğu toplumlarında ve özellikle de İslam coğrafyasında Tanrının varlığı ile ilgili tartışmalar çoğu zaman O'nun zatı ile ilgili değildir. Fiilleri ile ilgilidir.
Doğu toplumlarında devlet ya da yerel güç veya iktidar sahipleri (sadece devleti ve hükûmeti kastetmiyorum: Cemaat, dernek, vakıf, şirket, okul, öğretmen, yönetici, şeyh, hoca…) insanları Tanrı namına yönettiklerini iddia etmektedirler. Referanslarını kutsal olandan aldıklarını belirtmektedirler.
Tanrı namına yönetiliyor olma iddiası, “Tanrı'nın varlığı” ile sosyal sorunlar, adaletsizlik, toplumsal memnuniyetsizlik, refah seviyesi, huzur arasında ciddi bir ilişki algısı ortaya çıkarmaktadır. Bu nedenle yeryüzündeki sorunların faturası Tanrı'ya kesilmektedir. Yaşanan sorunlar ve adaletsizlikler nedeni ile Tanrı'nın varlığı ve fiillerinin adil oluşu sorgulanmaya başlanmaktadır.
O yüzden zannımca, bizim topraklarımızda Allah'ın varlığı ve Ateizm ya da Deizm ile ilgili ortaya çıkan sorunların çözümü aynı zamanda şuna bağlıdır: Yaşadığınız dünyaya ve modern sorunlara, sosyal çıkmazlara ve kaoslara “Tanrı nasıl bir çözüm sunmaktadır? Yaşadığımız bu sorunları Tanrı adil bir şekilde nasıl çözecektir? Zihinsel bir doyum, kabulleniş ve teslimiyet haricinde Tanrı gündelik hayattaki bu sıkıntıları giderebilir mi?”
Evet, Tanrı'nın kendisi çıkıp konuşamayacağına göre, Müslümanlar bu çağın gündelik ve gerçek yaşamın sorunları ile ilgili ne tür çözümler ortaya koyabileceklerdir? Sadece bu çözümler insanların Tanrı'ya güvenmesini sağlayabilir diye düşünüyorum.
Ya da Tanrı adına konuşmaktan vaz mı geçsek?
Kasım KURT \ Timeturk