Dolar

42,7229

Euro

50,0554

Altın

5.932,83

Bist

11.302,80

‘Devekuşu’ politikası

17 Yıl Önce Güncellendi

2010-10-08 03:24:14

‘Devekuşu’ politikası
Çarşamba günkü yazım çeşitli haber ve paylaşım sitelerine yansımış ancak bir husus dikkatimi çekti.

Yazımdaki şu cümle spot hale getirilerek vurgulanmış: “Bu dönemde cemaatlerin, tarikatların ve siyasal İslam’ın elbette etkisi var. Ama cemaatler, tarikatlar ve siyasal İslam da bu ülkenin realitesi. Sadece bu ülkenin değil, bütün dünyanın realitesi.” Bu vurguda objektiflik ötesi bir şeyler sezebilmek için kalp gözünüzün açık olması gerekmiyor, bir müddet Türkiye’de yaşamış olmanız yeterli. Alıntılanan cümle başörtüsü karşıtlarınca sürekli kullanılan bir tezin, yani “başörtüsü-mahalle baskısı” ilişkisinin bir izahı gibi değerlendirilmiş herhalde. Bu cümleyi kurarken bu ihtimalin farkındaydım ama gerçekçi olmayı ilke edindiğim için, es geçmek yerine cesaretle kurdum diyelim.

Herkesin bildiği gibi ve bütün dünyada olduğu gibi bu ülkede dini cemaatler ve tarikatlar var. Ama belki pek çok ülkeden farkımız, büyük çapta toplumsal meşruiyete sahip bu yapılanmaların resmî planda “yok” sayılması. Yani bir tür “devekuşu” politikasının uygulanması. Bizim egemen elitlerimiz bu politikayı pek seviyorlar nedense. Başörtülü kızlara peruk, şapka taktırarak yaptıkları şey de bu değil mi aslında? Var olanı yok saymak, yokmuş gibi davranmaya zorlamak kendilerine ya da ülkeye ne kazandırdı acaba, hiç düşündüler mi? Ya da ne kaybettirdi?

Ben şahsen bu politikanın hiçbir şey kazandırdığını düşünmüyorum. Kaybettirdikleri ise öncelikle açıklık ve şeffaflık, sonra da hesap verilebilirlik! Gülen cemaati yerine Pensilvanya demek zorunda kalmak çok tuhaf değil mi? Ya da Nakşibendi, Kâdirî tarikatları bunca yaygın kabul görmüşken, sâliklerine kendi usullerince ders verirler ve intisap ilişkisi kurarlarken, bunları istismar haberlerine malzeme olmaları dışında hiç konuşamamak garip değil mi? Bunları hiç konuşamadığımız için Ali Kalkancı ve benzerleri gibi sahtekarlara karşı toplumun, iyi niyetli heveslilerin elinde hiçbir ölçü, hiçbir miyar yok. Tasavvuf resmi düzeyde, sanki günümüzde etkisi kalmamış, tarihin derinliklerine gömülmüş bir fenomen gibi muamele görüyor. Oysa gerçekte, dini açıdan “ümmî” diyebileceğimiz, asgarî dînî bilgiden mahrum, üstüne üstlük ekranlarda “dînî sohbet” diye medyatik hurafe anlatıcılarının yarattığı büyülü, sanal atmosferden kolayca etkilenen yurdum insanının tasavvufa büyük bir merakının olduğu “devekuşu” da olsanız gözden kaçıramayacağınız bir olgu. Bu körlükten kimler nemalanıyor, nasıl nemalanıyor ayrı bir tartışma konusu, ancak bu atmosferde düşüncenin, ölçüp biçmenin, elekten geçirmenin yeri yok. Duygu var, coşku var, gözyaşı var; ve evet bolca yalan, uydurma, sömürü ve para var!

Hiç unutmuyorum İlahiyat Fakültesi’nden mezun olduğumda, sık sık dînî sorularla karşılaşırdım. Aslında hem sorular benim okulda öğrendiklerim açısından problemliydi, hem de ben bu tür sorulara karşı hazırlıksızdım. Daha tuhafı insanların neden bu tür sorular sorduklarını da anlayamıyordum. Bir gün tesadüfen meşhur bir hanım vaizin vaazını dinlemeye gittim. İşte o vaazda “jetonum” düştü. Vaize hanım, namaz kılmayarak ahirete namaz borcuyla intikal eden mümin kulların başına gelecekleri, adeta bir “dizi film” kurgusu içinde, çok canlı bir şekilde hikaye ediyordu. Hikaye Münker Nekir’in sorgusundan başlayıp, kabir, kıyamet, sırat köprüsü, cehennem ve çeşitli aşamalarda bilmem kaçar yıl yanmalar ile devam edip, en sonunda hesabın denkleşmesi üzerine, yine de Allah’ın affı ve keremiyle cennete ulaşmak şeklinde formüle edilmişti. Ben dinlerken ağzım açık kaldı ve hiçbir zaman makbul bir “hocanım” olamayacağımı o gün anladım.

Bizim devekuşları böyle hocanımlardan memnun belki de ne dersiniz?

Star

Yorum Yap

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
SON VİDEO HABER

Gece hesabından 60 bin TL kredi çekildi, banka kusurlu bulundu

Haber Ara