Dolar

42,7229

Euro

50,0554

Altın

5.932,83

Bist

11.302,80

Frankfurt'tan dediler-kodular

19 Yıl Önce Güncellendi

2008-10-18 07:56:00

Frankfurt'tan dediler-kodular

 

Frankfurt'ta bir otel odasına kapanmış durumdayım. Geçen yıl da Fuar'daydım. Yine tatsızdı. Üstelik bayramdı. Hava yine kapalı. O denli de keyifsiz. Sokaklar da. Alman dostlar da.

Bense gerginim. Çünkü bu kez bir fuar hakkındaki intibalarımı yazmak niyetiyle masanın başına oturdum. İlk kez. Benimkisi kalabalığın ve gürültünün hakkını verememek korkusu. Bir ilkin korkusu. Dedi-kodu korkusu.

Sikloit karakter bozukluğu. Bir yanda abartıdan hoşlanan mizacım, öte yanda kendisini bir halt sanan izzet-i nefsim. İzzet-i nefis deyince öyle yüksek kibirli tafraları filan aklınıza getirmeyiniz, alt tarafı bir derviş kibri. Tamıtamına ürkeklik. Kendi dünyasının dışına çıkarsa, yere değil, çukura düşeceğini vehmeden bir nefsin zayıflığı. İtikafa alışmış bir yalnızlığın kontrol dışı hata verişleri. Şımarıkça. Tam da yağmurun yağıp yağmadığını anlamak için göğe başını sunmak yerine kolunu pencereden dışarı uzatan umarsız adamınki kadar.

* * *

Porselen çamurunun, onu avuçlayanın parmakları arasından fışıkırması gibi hüzün ve melankolinin artık iyiden iyiye cılızlaştırdığı yüreğimin bir tarafından dışarıya biraz neşe sızıyor. Elimde değil. İsteksizce de değil. İstemeden sadece. Sırıta sırıta.

* * *

Abarttıkça, biliyorum yakınlaşacağım o dünyaya. Yakınlaşırsam, yere değil, sanki çukura düşmüş olacağım.

Çocukken Beylerbeyi'nde yüksekten kendimi boğazın sularına bıraktığım gibi, acaba aynı şekilde çamur deryasının içine de aynen öyle atlayabilir miyim?

Niçin olmasın?

Abartıdan hoşlanan tarafım, 'işler şimdiden yolunda' diye fısıldıyor; 'hiç durma devam et!' Kibrim ise, 'Ne münasebet?' diye uyarıyor; 'seninkisi neşe filan değil, düpedüz cıvımak. Hemen paçalarını sıva!'

Aradayım. Deredeyim. Sadede geliyorum.

* * *

Orhan Pamuk'u ilk kez bu kadar uzun süre dinleme imkanı buldum.

Türkçesi, şaşırtıcı derecede bozuktu. Telâffuz ve aksan sorunları belki gözardı edilebilir ama ifadesi hiç de Türkçe değildi. İngilizce sözdiziminin içine Türkçe sözcükler yerleştirerek konuştu. Şanslıydı, Almanlar Türkçe bilmiyorlardı. Bizimkiler de.

Ülkesini, ülkesinin yasalarını, uygulamalarını, vs. eleştirebilirdi ama şikâyet etmemeliydi. Şikâyet etti. Öylesine. Görünüşte.

Alkışlar aldı. Yine görünüşte.

Çok utandım.

* * *

Cumhurbaşkanı'nın konuşması, açıkça söylemek gerekirse, tam bir felâketti. Öğrenebildiğim kadarıyla, Dışişleri Bakanlığı çalışanlarının müdahaleleri eldeki metni kuşa çevirmiş. Eklemeler, çıkarmalar, cümle düşüklükleri, mânâ bozuklukları, tatsız tuzsuz bir lapa ortaya çıkarmış. Sanki bir sanayi kompleksinin açılışındaymış gibiydi sayın Gül. Aşırı temkinden yorulmuş donuk ve heyecansız bakışları, kendisinin, o kendisine yaraşan bildik tebessümünü çok gerilere atmıştı. Sâkince, bir skandalı yatıştırırcasına Almanları da, Türkleri de sükûnete davet etti.

Bir dost sesi kadar pervasız sesim, farkındayım. Söylemek zorundayım ki sayın Cumhurbaşkanı bezgin, bıkkın ve yorgun'du. Sanki'ydi. Değilmiş gibi davrandı ama, maalesef öyleydi.

Hayrunnisa hanımefendi ise gürültünün içerisinde bir prenses sadeliğiyle yer aldı. 'Ben yokmuşum gibi davranın!' der gibiydi. Sıkıcı protokol dünyası henüz yüz hatlarını gerip tahrip etmemiş. Bahar tazeliği, henüz bakışlarından silinmemiş. Gayet mahcub ve müeddeb. Suskun ve nazik. Makamına çocuksu bir asalet kattığı kesin.

* * *

Aydın Doğan'ı da gördüm. Zoraki gülümserken. Basının önünde. Çalışanlarının. Takım elbisesi sanki bir beden büyüktü. Hem de farkedilecek şekilde. Saçları da kabarık.

Bir standdan ötekine kendi hâlimde gezinirken baktım Ertuğrul Özkök konuşuyor. Ne diyor diye biraz yaklaştım ama kameralar karşısında bile saklayamadığı o 'geliyom'lu, 'gidiyom'lu Türkçesiyle karşılaşınca, pek tahammül edemeyip oradan ayrıldım. Bayağı yaşlanmış. Onun da takım elbisesi bir beden büyüktü. Omuzları da düşük. Garipti. Dişleri de.

Olduğu hâl ile görünmek istediği hâl arasındaki mesafeyi kapatmak için çok enerji sarfediyor olmalı. Bedelini ödemek zorunda. Bu nedenle endokronik sistemi çökmek üzere. Uyarmadı demeyin. Bu uyarı, bir şâman'ın uyarısı.

* * *

O devasa fuar alanında Nazife Şişman ile Fatma Karabıyık Barbarosoğlu'nu nerede, ama nerede görsem, bir ellerinde gözleme, börek, simit, poğoça türünden bir şeyler, diğer ellerinde de çay bardakları habire atıştırıyorlardı. Öyle ki çadır çadır, stand stand, bir oradan bir buraya koşuştururlarken bile atıştırma işlemine ara vermiyorlardı. Garip olanı şu ki bir hizmetliler ordusuyla birlikte (üstelik elinde de kocaman bir börek tepsisiyle) arkalarından koşuşturduğuna hayretle tanık olduğum Ayşe Böhürler'e, 'Nedir bu dayanışmanın sırrı?' diye sormaktan kendimi alamadım. 'Arkadaşlarım değil mi onlara canım feda! Yesinler içsinler, yeter ki yazsınlar!' demesin mi? Bir yaşıma daha girmiştim.

İki hanıma dönüp 'Ne yani, siz ilhamınızı hep bu tepsi tepsi gelen böreklerden mi alırsınız?' diye sordum. Kendisini tekzib edeceklerinden emindim. Ne safmışım.

Nasıl mukabele etseler beğenirsiniz? Gözlerini mahcup mahcup öne eğip başların bir aşağı bir yukarı sallayarak sevgili organizatörlerini tasdik ettiler. Kadim dostlarını. Sonra da birdenbire sağ kaşlarını hışımla yukarıya kaldırıp her ikisi birden hemşire-i can-beraberlerinin elindeki tepsiden birer dilim börek daha aldılar, ve otura otura diğer standlarda sunulan yeni ikramları tedkike hasr-ı vakt eylediler.

Kitaplarının cesametli olacakları her hâllerinden belliydi.

* * *

Bu arada ben ne mi yaptım?

İkinci gün Yusuf Kaplan'la 'Üç Arkadaş'ı seyrettim. Sonra da akşam akşam Frankfurt'un göbeğinde tam da yolumu kaybetmişken yağmurdan kaçınmak amacıyla küçük bir kiliseye (Alte Nikolaikirche) girdim ve kendimi orada 'Religionskritik in deutschen und türkischen Medien' (Türk ve Alman Medyasında Din Eleştirisi) başlıklı bir tartışmayı izlerken buldum.

Evet, kendimi Frankfurt'ta bulmuştum. Tek başına. Bir kilisede. İzlerken. Dedikodular arasında.

Sözün özü, Frankfurt'ta Türkler hem dediler, hem kodular.

Not 1: ITO'nun organizasyonu birinci sınıftı. Yetkilileri ve çalışanları tebrik ediyorum.

Not 2: İstanbul'a dönüş bugündü ama ben dört tekbir vurup dönmekten vazgeçtim. Buradan Paris'e geçip tedkiklerimi orada sürdüreceğim. 25 Ekim'e kadar.

Demek ki artık 'hep' sizin, 'hiç' benim.

 

Yeni Şafak

 

Yorum Yap

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
SON VİDEO HABER

Gece hesabından 60 bin TL kredi çekildi, banka kusurlu bulundu

Haber Ara