'Mustafa' belgeseliyle Can Dündar ne Musa'ya yaranabildi, ne de İsa'ya. 'Musa da kim?' demeyin, Musa demek, toplum demek... toplumun çoğunluğu... yasaya göre davrananlar... yargılayanlar... karar verenler... asanlar, kesenler, besleyenler... Malum a, 'Musa' denince hemen akla Tevrat gelir, gelmeli. Yani Tora. Yani Töre. Yani Yasa. Kurallar. On Emir. Onbinlerce Emir. Olumsuz çağrışımlarıyla: buyruklar, yasaklar, genel kanılar... alışkanlıklar... standart olan... resmî olan... kas ve demir... Toplumsal kurallar, hamasetin türediği zemin... statükonun... tabiatıyla yalanın ve riyanın... çıkarın... çıkarların... bazen toplumun, bazen devletin, ve fakat daima inancı, parayı ve silahı ellerinde tutanların... Ancak güçlülerin eğip bükebildiği, tevil edebildiği, işlerine göre yorumlayabildiği kurallar... Bu yüzden de kuru. Kupkuru. Sert. Dört köşe. Sınırları belli. Belirli. Kesin. Keskin. Can Dündar'ın resmiyette Musa'ya yaranamadığı aşikâr.
Peki İsa?
İsa, düşüncenin ve sanatın arasokakları. Ara sokakları mı sadece, arka sokakları. Aklın ve duyguların. Marjinal olanın. Kenarın, kenardakilerin. Sezginin ve asaletin. Sükûnetin. Derinliğin. Seçiciliğin. Kaçınılmaz olarak soylu kibir ve ukalâlıkların.
Can Dündar'ın Mustafa'sı İsa'ya da yaranamadı.
'Hz. Musa maddeyi, Hz. İsa mânâyı temsil eder' derdi rahmetli babam. Ne tuhaf, Can Dündar'ın Mustafa'sı madde'nin (gerçeğin) isteklerine de uygun değildi, mânâ'nın (hakikatin) isteklerine de... Çünkü filmin duygusu yoktu. Bilgisayar tekniklerinin aşırı kullanımı, filmin yapaylığını artırmaktan başka bir işe yaramamış.
Sanat, kabaca, duygunun/duyguların ifadesi demektir. Ama bir tek koşulla. İçinde fikir bulunmak koşuluyla. Can Dündar'ın Mustafa'sı duygu ve düşünce yoksunuydu. Ne yazık ki.
O canım Osmanlıca belgelerde yer alan azametli Türkçe'nin yerini basit ve bayağı bir Kolej Türkçesine dönüşmüş olması, filmdeki duygu yoksunluğunun en önemli nedenlerinden biriydi, kanımca.
Dil demek duygu demektir. Metin dilsizdi.
'Mustafa', Yasa'nın isteklerini karşılamadı. Gerçeğin isteklerini. Maddenin. Güya başka bir Atatürk anlatılacaktı. Görünen tarafıyla değil görünmeyen, daha kişisel, daha mahrem taraflarıyla, hatta zaaflarıyla halkın önüne çıkarılacak bir Atatürk...
'Mustafa' Vicdan'ın isteklerini de karşılamadı. Mânâ'nın. Çünkü romantizm toplumsallaşamaz. Denenirse, bir anda hamasete dönüşür. Destanlaşır. Kitle psikolojisi tarafından emilir, dönüştürülür. Romantizm bireye aittir, bireyin dünyasına, iç dünyasına. Üstelik bütün bireylerin değil, bazı bireylerin.
Belgeselde 'yalnız kalmış' bir Mustafa Kemal yoktu, aksine 'tek başına kalmış' bir Mustafa Kemal vardı. Terkedilmiş. Bırakılmış.
Yalnızlığı anlatılabilseydi eğer, buna cesaret edilebilseydi, imrendirici olurdu, insanî olurdu. Tabii ki yalnızlığı görülebilseydi. Oysa Mustafa Kemal son nefesine değin hiç yalnız kalamadı, yalnız bırakılmadı. Hâlâ da öyledir.
Önemli olan zaafları değil ki, aksine zaaflarının anlatımı.
'Mustafa'nın başarısızlığı, içeriğinden çok, anlatımındaydı. Yani asıl sorunlu olan ifadesiydi.
Günde üç paket sigara, onbeş fincan kahve, bir büyük rakı. Bu bağımlılık araçları Mustafa Kemal'in zayıflığına değil, tutkularının gücüne delâlet eder. Şayet bu alışkanlıklarından kurtulabilseydi, hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki o zaman tutkularından da kurtulmuş olurdu. Tutkularından, yani kendisinden. Kendisini ihmal etmesine neden olan hırslarından.
'Ordular idare ettim ama bir kadını idare edemedim.' Mustafa Kemal'in idare edemediği gerçekte bir 'kadın' değil, bir 'aile' idi.
Bu arada dikkat çekici olan bir nokta da annesiyle ilgili bölümlerin, ana-oğul arasında karşılıklı bir sevgiden çok, sanki üzeri örtülmek istenen gizli bir çatışmanın varlığını îma ediyormuş gibiydi.
Mustafa Kemal'in kişisel zaaflarına işaret edilmesi, bazı çevreleri rahatsız ediyor. Anlaşılır bir rahatsızlık bu. Musa'nın rahatsızlığı. Madde'nin. Oysa olumsuz gibi görünen bu yaklaşım sayesinde, zaafların siyasî veya idarî yönleri tartışma alanı dışına çıkarılmış oluyor.
Dikkat ediniz, güya tartışmaya açılan Mustafa, Mustafa Kemal değil.
Bu belgesel, tv kanallarından birinde yayımlansaydı, bu kadar tepki çeker miydi? Sanmıyorum. İnsanlar para verip seyredince, ister istemez mukayese yapıyor ve 'Parama yazık oldu' diyor. Serbest piyasa.
Piyasa, 'Para etmez!' dedi mi, akan sular durur. Dedi de nitekim.
Ben ne Musa, ne İsa adına konuşuyorum.
Dedem İbrahim Çanakkale'de şehid düşmüştü. Babaannem Zübeyde Hanım, babasını, dedem İbrahim'i hiç göremedi. 'Ben Çanakkale Savaşı'nda doğdum' derdi, o kadar. İnançlı bir İstanbul hanımefendisiydi. İstanbul'un işgal günlerinden hatırladığıysa, Rum çocuklarının 'kafanızı keseceğiz' mealindeki Rumca tehditleriydi.
Şayet babasının veya silâh arkadaşlarının komutanı olmak sıfatıyla Mustafa Kemal'in bir Fransız kadına hitaben yazdığı iddia olunan şu cümleyi duysaydı, muhtemelen duyacağı utanç ve mahcubiyetten ötürü, ne yapacağını bilemez, her hâlde duymazlıktan gelmeye çalışırdı.
? 'Askerlerin dinî inancı onları Çanakkale'de ölüme yollarken işe yarıyor!'
Malum, bu cümlenin aslı Fransızca. Okuduğunuz Can Dündar'ın Türkçesi.
Konuşan da Can Dündar'ın Mustafası.
Askerlerini ölüme gönderen bir komutan olarak böyle diyormuş Mustafa Kemal.
Kime?
Şehid düşmüş bir asker arkadaşının Fransız eşine. Madam Corinne'e. Bir yoruma göre, sevgilisine.
Bendeniz, Can Dündar gibi, Can Dündar'ın Mustafası gibi, askerleri ölüme yollayan bir komutan açısından bakamıyorum Çanakkale'de olup bitenlere...
Bakamam.
Nasıl bakayım?
Ölüme yollanan o İbrahim'lerin tarafındayken...
İnanıyorken...
Bu cümleyi duymazlıktan gelemem ama belki unutmayı başarabilirim. Can Dündar'a inat.
'Sakın bu filme gitmeyin, seyretmeyin' diyecek değilim.
Yasakçı aptallıklarla işim olmaz benim. Bilakis gidin seyredin, düşünün taşının, ibret alın!
Can Dündar'dan...
Ve 'Mustafa'sından...
Yorum Yap