Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılışında yaptığı konuşma birçok açıdan ele alınabilir.
Bence en önemli bölümü güçlü hukuk vurgusuydu. "Devlet bazen rutin dışına çıkabilir" diyen cumhurbaşkanları görmüş bir ülke için "devletin tek yüzü hukuktur" noktasına gelmiş olmamız büyük bahtiyarlık. Cumhurbaşkanı, devleti bir cihaz olmaktan çıkarıp neredeyse ilahlaştıran ve hukuku sadece onu koruyan bir araca dönüştüren bürokratik oligarşiye karşı güçlü bir çıkış yaptı. Hukukun üstünlüğüne dikkat çekmiş olması, hukuk devleti olma mecburiyetine vurgu yapması önemliydi. Şu ifadeleri geri dönülmeyecek noktanın nişanesi olarak zihinlere kazımalıyız: "Hiç kimse, devleti ve rejimi korumak bahanesiyle hukuk dışına çıkamaz. Geçmişte bu alanda yaşanmış yanlışlıkların faturasını hepimiz ödüyoruz. Devletin, bir yüzeyde görünen bir de derin ve görünmeyen yüzü olamaz. Devletin tek yüzü hukuktur. Hiç kimse ve hiçbir grup kendini devletin yetkili organlarının yerine koyarak tasarrufta bulunamaz, eylem yapamaz." Cumhurbaşkanı Gül'ün sözleri 'devlet kurtarıcıları ve rejim simsarları' için tehlike çanı demek. Mevcudiyet ve iktidarlarını, suni tehlikeler üretip sonra kurtarıcı olarak arzı endam etmeye borçlu bulunanların homurtularını duyuyor gibiyim. Kerametleri kendinden menkul bu kurtarıcıların en mümeyyiz vasıfları kendilerini hukukla bağlı hissetmemeleriydi. Şimdi en üst düzeyden cumhurun başı tarafından 'hukuka göre hizaya gelinecek' diskuruna muhatap oluyorlar. Cumhurbaşkanı söyledi diye herkes hiza mesafe alıp sıraya girecek beklentisinde değilim. Bu, gerçekçilikten uzak, hayalperest bir yaklaşım olurdu. Hukuk devleti taraftarlarıyla, bürokratik vesayetin sürmesini arzulayanların mücadelesi öyle bir konuşmayla filan bitmez. Ancak devletin başının ağzından dökülen cümleleri kimse yok farz edemez.
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın partisinin kongresinde yaptığı konuşma da sanki Cumhurbaşkanı'nı tamamlar mahiyetteydi. 'Devleti ve rejimi korumak bahanesiyle' mağdur edilen, sürgünlerde hapishanelerde çürütülen değerlere sahip çıktı, Erdoğan. Anadolu'nun harcında alın teri ve gözyaşı bulunan Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş, Mevlânâ ve Yunus Emre gibi isimlere yakın tarihin mağdurlarının çilelerini ekledi: "Cem Karaca bu ülkenin hasretini çektiği kadar, bu ülke de Cem Karaca'nın hasretini çekti. 'Hoşçakalın İki Gözüm' diyen Ahmet Kaya'ya vefa göstermeyen bir Türkiye'nin şarkıları eksik kalır. Nasıl Mehmet Akif'siz bir Türkiye tahayyül edilemezse, Nazım Hikmet'siz bir Türkiye eksik sayılır. Seversiniz, sevmezsiniz, beğenirsiniz, beğenmezsiniz, görüşlerini kabul edersiniz, etmezsiniz ama Ahmedi Hani'siz, Bitlisli Said-i Nursi'siz bir Türkiye'nin maneviyatı noksan kalır. Biz bu ülkenin tüm renkleriyle, bütün çiçekleriyle, bütün kokularıyla, dağları, taşları, ırmaklarıyla Türkiye'yiz."
Erdoğan bu kucaklayıcı mesajlarını icraatlarıyla destekleyebilirse, hem Türkiye hem de partisi kazançlı çıkar. Türk toplumu tavandaki ayrışma ve çekişmelerden mümkün mertebe uzak kalabilmeyi başardı. Yönetici elitler ve onları kuşatan seçkinci çember, bu mozaiği yer yer telaffuz etse bile, gerçek anlamda onu sahiplenmedi. Belki de tabiatlarındaki seçkincilik engelledi. Erdoğan, menşei itibarıyla toplumun kılcallarına en yakın siyasetçilerden ve bunun faydasını fazlasıyla görüyor. Kongrede çizdiği Türkiye fotoğrafını bir arada tutabildiği ölçüde başarılı olacak. Fotoğrafı kafasında parçalamış olanlar istedikleri kadar 'üniterci' olsun, bu ülkede ikbal ve istikbal bulmakta zorlanacaklar..
Yorum Yap