Doğanın bağrında tüm saflığıyla yaşayan insan için bugünkü anladığımız manada bir kültür ve medeniyetten bahsedemiyoruz.
İnsan, tabiat denilen ve kendisi tarafından geliştirilmeyen ilahi bir kültürün ve medeniyetin bağrındaydı o zamanlar.
Ancak ne zaman ki insan konuştu, işte o zaman kültürünü de kelime kelime örmeye başladı. Bildiğimiz gibi dil en önemli kültür aktarıcısıdır.
Daha sonra insanoğlu sözlü kültürdeki anlatımların birikimi ve doğadaki tecrübeleriyle yeni bir üst noktaya ulaştı.
İnsanoğlu tabiattan çok şey öğrendi. İnsanın kültürü kadar gelişkin ve geliştirilebilir olmasa da, hayvanların kültür ve medeniyetini taklit etti ilk olarak.
Kabil, katlettiği kardeşini gömmeyi bir kargadan öğrenmişti mesela. Muhtemelen Kur'ân'daki bu örnek, insanların pek çok görgüyü! tabiatta içgüdüsel olarak bulunan ve ilahi bilgiye dayanan yaşantılardan öğrendiğini örnekliyor bize.
Hayvanların çıkarttıkları seslerle içli dışlı olan, insanların birbirleriyle belli sesleri çıkartarak anlaşmayı yani konuşmayı beceremeyeceklerini iddia etmek de saçma olacaktır mesela.
Bu noktada insanoğlu alet üretiyordu artık. Av aletlerini, barınma aletlerini ve hatta mağara resimlerinden anladığımız kadarıyla sanat-iletişim aletlerini geliştirmeye başladı.
İşte insanlığın ilk teknolojik ürünleri... İşte bu bilgisayarın, o akıllı tahtanın atası bu mağara resimleridir. Uzaya yolladığımız roketlerin, kıtalar arası füze sistemlerinin ataları bu taştan yapılmış aletlerdir örneğin.
Aslında insan “atmanın” gücünü anlayarak işin en zor kısmını başarmıştı. Bugün taş atılırdı, yarınsa füze…
Aslında insan görüntünün önemini anlayarak da büyük bir sıçrama gerçekleştirmişti. Bugün mağaraların duvarlarına hayvan resimleri çizilirdi yarın gazetelere karikatür…
Hatta o günlerde karanlık mağaralara resimler çizerken, bugün karanlık sinema salonlarında sinema filmleri izliyoruz!
İnsan, doğadaki yangınlardan, metan gazı tutuşmalarından ya da volkan patlamalarından bildiği ateşi gündelik işleri için kullandığından beri, bugünkü sanayimize çok az bir şey kalmıştı aslında.
Eğer insanoğlu bütün bu sıçramaları yaşamamış ve birikimini gelecek kuşaklara aktarmamış olsaydı, 5-6 bin yılda gelinen bu noktaya bir milyon yıl içinde gelemezdik belki de.
Sözün, şehirleşmenin, tarımın, yazının bir araya gelişi ve kaynaşıp terakümüyle, kültür ve medeniyetin tekâmülü de şaha kalkmıştı adeta.
İNSANLIĞIN İÇGÜDÜSÜ VAHİY
İnsanlığın gelişiminde, aklı kullanma, tabiatı taklit ve bilgiyi geleceğe aktarma meyli kadar vahyin de büyük katkıları olmuş gözüküyor. İnsanlığın en önemli sıçrama rampaları vahyin nazil olduğu dönemlerde tesis edilmiş.
Hayvanlar hayatiyetlerini sağlayacak bilgiyi içgüdü vahyiyle öğrenirler. Toplumun mimarı ve evladı olan insan da, belli zamanlarda, belli şahıslara gönderilen ve insanlık nevinin içgüdüsü olarak tavsif edebileceğimiz vahiylerle öğrendi bildiklerinin çoğunu.
Arının içgüdüsel bilgisi genlerle aktarılırken, şuuru nedeniyle seçme ve yapma gücüne sahip olan insana gelen vahiy bilgisi, söz ve yazıyla aktarıldı gelecek kuşaklara.
Genlerdeki bilginin korunmasının önemi gibi, vahyi bilginin korunması da önemliydi. Vahiyle gelen bu bilgi, adeta insanlığın maneviyat geniydi ve bu gende yaşanacak bir mutasyon insanın fıtratını tamamen bozacaktı.
İnsana hitap ettikleri için, insan gerçekliğinin yanılgan ve kırılgan yönüne yansıyan kutsal metinler, hem lafzen hem de anlam itibariyle çoğu zaman kırıldılar, büküldüler ve tahrife uğradılar.
İnsanın manevi hayatının devamı için maneviyat genlerinin tamiri ve tekmili gerekiyordu ki, işte bu yüzden vahiy, aynı merkezden farklı çağlara, farklı kavimlere yüz binlerce defa gönderildi ve böylece iman kalibresi şaşan insanlığın kalibrasyonu sağlandı.
İnsanlığın son ilâhi bilgi kaynağı ise Kur'ândı ve bu yüzden onun hafızalarda, kitaplarda, CD'lerde, internet ortamlarında çokça neşredilip saklanması gerekiyordu.
Bu yüzden hiçbir vahye nasip olmayacak derecede hafızalara yerleşmesi kolaylaştırıldı ve üstelik develerinin üstünde satranç takımı olmadan satranç oynayacak derecede güçlü hafızaya sahip insanlara emanet edildi.
Ve ilk geldiği andan itibaren vahiy katipleri yoluyla, neredeyse yazılabilecek her şey üzerine kaydedildi. Korunması için öyle büyük bir heyecan, öyle bir seferberlik ve öyle büyük bir coşkunluk gösterildi ki, bu mesajın son ilahi mesaj olduğu buradan bile belli oluyordu.
Kur'ân-ı Kerim kısa sürede pek çok kez istinsah edildi ve dünyanın pek çok bölgesine gönderilen Mushaflar titizlikle korunup bir sonraki kuşaklara aynı titizlikle ulaştırıldı.
Mukabele geleneği ki, Peygamberimiz vefat edene kadar bu geleneği devam ettirdi ve hiç kimse bu süreç içinde Kur'ân'ın metninde herhangi bir değişime rastlamadı.
Hz. Muhammed'in sözüyle Kur'ân ayetlerinin karışmasına zerre kadar ihtimal yoktu çünkü hadisler de ortadaydı ve bu hadisler gerçekte Kur'an'ın korunduğunun en önemli kanıtıydı.
Zira bunlar Peygamberin sözleri, onlar ise Allah'ın ilahi kelamıydı. Bunlar sahih, zayıf ve mevzu gibi mertebelere sahipken, Kur'ân ayetleri mütevatiren tamamıyla sahihti ve ilk günkü ayetlerdi.
Üstelik Kur'an'ın vahyinden sonra bilimin tekamülü bilhassa bilgiyi saklama üzerine odaklandı ve bilginin teknolojik imkanlar yoluyla saklanmasındaki pratiklik arttıkça, bilgi de çoğaldı, teknoloji de gelişti.
İşte bu “bilgiyi saklama” imkanlarının artışı bugüne kadar tek harfi bile değişmeden gelen son vahyin, adeta “suhufun mutahhara” olarak tesmiye edilebilecek internet sayfalarında ve bilgisayar dosyalarında saklanmasına vesile oldu.
Hem görüntü, hem yazı ve hem de ses olarak vahiy daha güçlü bir şekilde muhafaza ediliyordu çünkü maddeye hapsolmuş geleceğin insanları bu maneviyat genine daha fazla muhtaç olacaktı.
VAHYİN CEVAP VERDİĞİ SORULAR
İnsanın vahiyle öğrendiği bilgi “Nereden geliyorsun?”, “Kimsin?/Vazifen ne?”, “Nereye gidiyorsun?” türünden sorulara cevap veren bilgiydi.
Çünkü insanoğlu bu soruları sürekli soruyor, fakat bir türlü ayağı yere basan herhangi bir kesin cevaba ulaşamıyordu.
Bu sorulara ancak her şeyi yaratan ve herşeyi bilen sonsuz varlık cevap verdiğinde, insanın ontik bunalımı kaybolup gidecekti.
Çünkü o bütün varlığı, bütün boyutlarından kuşatıyor ve onları yaratıp, her an yaratmaya devam edip oluş ve şeyler hakkındaki sınırsız bilgisini gösteriyordu.
İnsanı varoluşa karşı obsesif kaymalardan, istinadsızlıklardan ve sallantılardan kurtaran eminlik sabitesi, kainat-insan, şeyler-insan ya da varlık-insan bağlamında ancak vahyin kesin bilgisiyle inşa edilebilirdi.
Çünkü insan çoğu şeyi bilmiyordu ve diğer ilmi alanlar bilemediği şeyleri ona bildirmekten uzaktı.
Birkere çok sınırlı insanın, bütün bir evreni kuşatan bütün oluşların ince denklemlerini kuşatması ve böyle külli bir bağlantılar ağının bağlamına uygun kesin çözümleri üretmesi imkansızdı.
Kesin bilmelerin buharlaştığı bu noktada Descartes gibi septikleşmekten başka çaremiz kalmayacaktı. Böyle bir durumda ise kişiliğimizin sabit ve değişmez bir dayanağı hiçbir zaman olmayacaktı.
Hele felsefenin cevabı bu alanda hiç makbul değildi. Çünkü felsefi bilgi doğası gereği eleştirilip yanlışlanabilir bilgiydi ve insanın bu üç soru karşısında böyle bir dilemmaya tahammülü olamazdı.
Mesela neye inanacak, neyi yiyecek/içecek, hangi yanlışlardan kaçacak ve hangi doğruları yapacaktık? Bu gibi sorulara bu körlüğümüzle kesin bir cevap vermemiz mümkün değildi.
İşte vahiy bütün bu varoluşsal sorulara ve daha nicelerine cevap vermek için korundu/korunuyor.
Bezm-i elestteki “kâlu belâ” cevabımızı yeniden hatırlatan vahiy, nice unutanlara da günü geldiğinde gerekli hakikat hatırlatmalarını yapacaktır.
Yeter ki bu kesinliksiz, fırtınalı, kaypak çağın ruhları ve akılları titreten şüpheciliğinden kurtulup, imanla gelen kesin bilginin güvenli, sabit ve sakin medeniyetine demirleyelim.
Yorum Yap