Her canlı varlık, kendisini anlamlı kılan her ne varsa onu korumak, o anlamı tehdit eden hangi varlık-durum ise o tehditle mücadele etmek gereği hisseder. Çoğunlukla korunan bu “anlam” hayatın ta kendisidir ve o canlı varlık yaşamını devam ettirebilmek için, ister istemez “savunma” mekanizmalarını devreye sokmak durumundadır.
Bu noktada savunmak demek, ontolojik olarak var olmak yanında, her hangi bir varlığın varlığını devam ettirme azminde olmak anlamındadır da. Cansız varlıklarda bile çeşitli kanunlarla kendisini gösteren bu gerçek, kainatın genel düzenini koruyan bütün savunma yöntemlerini de kapsar.
İnsanoğlu ise hayat sahibi olmanın yanında şuurlu bir varlık olmasıyla diğer canlılardan ayrılır. Diğer canlılarda daha çok bilinçsiz ve refleks düzeyinde gerçekleşen savunma eylemi, insan söz konusu olduğunda bilinçli bir faaliyete dönüşür. Elbette insan için en güçlü silah bu noktadan sonra bilinçtir ve biz insanlık tarihi boyunca şuurların karşılıklı saldırı ve savunmalarına çokça şahit olmuşuzdur.
“Sokrates'in Savunması”ndan Namık Kemal'in “Renan Müdafanâmesi”ne, İskilipli Atıf hocanın “Müdafanâme”sinden N.T. Wright'ın Hıristiyanlık için yazdığı “Savunma”sına kadar pek çok şuurlu savunma örneğine rastlanmıştır insanlık tarihinde.
Ancak kimi yüksek şuurlar vardır ki, çoğu zaman ayrıntılara hapsettiğimiz, kâinata karşı ontolojik-epistemolojik bakışı etkileyecek derecede büyük gerçekleri savunmayı bir görev bilirler pervasızca.
“Bu da savunulası mıymış ya?” diye sorguladığın an, o dehanın sınırsız enginliğinde kaybolduğunu da hissettiğin andır. Said Nursi'nin, onlar söz konusu olduğunda sadece etrafımızdan kovmak adına bilincimizi kullandığımız sineklerin anlamını-hakikatini savunmak için yazdığı şu ifadelere bir bakın mesela:
“Ey hodgâm insan! Sineklerin binler hikmet-i hayatiyesinden başka, sana âit bu küçücük faydasına bak, sinek düşmanlığını bırak: Çünkü, gurbette, kimsesiz, yalnızlıkta sana ünsiyet verdiği gibi, gaflete dalıp fikrini dağıtmaktan seni ikaz eder. Ve lâtif vaziyeti ve abdest alması gibi yüzünü, gözünü temizlemesiyle, sana abdest ve namaz, hareket ve nezâfet gibi vazife-i insâniyeti ihtar eder ve ders veren sineği görüyorsun.” (28. Lema) En az Sokrates'in Savunması kadar kuvvetli kanıtlarla gerekçelendirilmiş bu Sinek Savunması, sayfalar boyunca devam edip gider. Bu ontolojik anlam savunması, kâinatı anlamsız bir madde paçavrasına dönüştüren seküler-maddeci bakış karşısında büyük bir direnişi ifade eder.
İşte bu anlam-hakikat direnişçilerinden birisi de, hâlen tüm popüler-modern saldırılara direnmeye devam eden üstad Sezai Karakoç'tur. Üstad,
ey masalcı adam iftira ettin sen
bu harikalar harikası böceğe
onu suçladın tembellikle
mısralarıyla söze başlayarak, maddeciliğin marifetsizliğiyle ters yüz edilen kainatın anlamını ifşa etmeye, bundan öte o anlamı yeniden inşa etmeye niyetlendiğini belli eder. Hele “ey masalcı adam” seslenişindeki o kollektif ifade ki, gerçekte bütün bir batı medeniyetini temsil eden şahs-ı mâneviye atıf gibidir ve biraz sonra buruşturulup atılacak bir kağıt parçası gibi düşünürün avuçlarında basitleşmiştir artık.
“Masalcı adam” ifadesi, maddeci zihniyetin ideologlarını temsil eden kollektif bir ifade olduğu gibi, sonraki mısralarda geçen “görüyorum ben” cümleciği ise bir hakikat şövalyesinde olması gereken Kur'ânî “basîreti” ifade eder:
“Muhakkak ki bunda, basîret sâhibleri için gerçekten bir ibret vardır.” (Âl-i İmran 13)
İmanın sunduğu basiretle kâinata bakan mümin bir şuur çıkar karşımıza sonra:
“en çalışkan onu görüyorum ben
hiçbir karşılık beklemeden
yazı ağustosu çamı çınarı
tanıtıyor bize yazı ağustosu çamı çınarı”
Ve sonrasında üstad, imâni şuurun kendisine bahşettiği “basiret”in sonsuz ufku boyunca, maddeci zihniyetin anlamı anlamsızlaştıran bütün hezeyanlarıyla bir hakikat şövalyesi olarak çarpışmaya devam eder:
“ağaçların tepelerinde güneşe en yakın yerde
tanrının sırrıyla bir mucizeyle
-oysa nesli kesilmeliydi size göre-
ama hiçbir zaman hiçbir yerde
sönmez tanrı'nın yaktığı meşale
isterse bir böcekte olsun o meşale
hiç yere bir şey yaratmamış olanın
bize gönderdiği bir muştucu o yaratık
uyarıcı ve muştucu bir yaratık
-tanrı boş yere bir şey yaratmamıştır
anlayan için muştucu duyan için uyarıcı”
Bu mısralarda da, diyalektik materyalizmin, her türlü toplumsal gelişmenin temelinde “madde”nin olduğu şeklindeki tezine karşı, mânanın üstünlüğünü haykıran bir direniş ruhuyla karşılasırız yine. Her yaratılan varlık, sönmeyecek birer esmâ-yı hüsnâ meşalesidir. Burada meşale simgesiyle sürekli bir akışın kastedildiği çok açıktır.
Olimpiyatlardaki meşale koşusunda olduğu gibi varlıktan varlığa, soydan soya aktarılan sürekli bir yaratılma akışını görürüz burada. Ve hiçbir şey boş yere yaratılmamıştır bu kâinatta. Sâd suresinde dile getirilen bu hakikatın yansımasıdır ilgili mısralar:
“Hem göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır.” (Sâd 27)
Ağustos böceği, ontolojik anlamları katledilen tüm evren fertlerini temsilen, kâinatı başı boş gören ve gösteren materyalist zihniyetin karşısına bir kahraman gibi dikilir. Bu noktada seküler zihniyeti temsil eden Örümcek Adam ya da Yarasa Adam'a mukabil bir Ağustos Böceği Mümin'den bahsedebiliriz.
Epistemolojik olarak vahyi merkeze alan “temelci” bir anlayışla karşılaşırız burada. David Hume gibi “Yaratıcıya inancın” rasyonel manada temellendirilemeyeceği kanısında olanlara karşı, Ağustos böceği bir hakikat uyarıcısına dönüşür hemen.
Vahyin hakikatini anlayanlar içinse bir “muştucu” olur Ağustos böceği. Allah'ın varlığına şehadet eden ve sonsuzluğu muştulayan bir müjdecidir. Onlarca yıl boyunca toprağın altında ölü bir larva olarak bekleyen Ağustos böceği, 3 haftalık bir yaşam için dirilecek ve yeniden dirilişi müjdeleyecektir bizlere.
Ruhları maneviyata karşı uyutan materyalist masalların anlamsızlaştırdığı o Ağustos böceği, ilâhi âyetlerin nuruyla bakıldığında nasıl da hikmetli bir hakikat kahramanına dönüşmektedir görelim:
“temmuzda ağustosta ağaçlar cayır cayır yanarken
yalnız o, odur teselli eden dayanın diyen
yaşamanın en büyük ilkesi sabrı öğütleyen
yavru kuşlara masallar anlatarak geceye serine götüren
adeta güneşle onlar arasına sesiyle bir perde geren
şırıl şırıl sesiyle onları serinleten
gözlerine ışıltılı vahalar gösteren
çeşmelerden su sesleri alıp getiren
sesiyle -o ufacık gövdesinden tüten-
dağ gibi sessiz korumasız bahçeyi örten
herkese her yere mutluluk saçan sevinç serpen
dünya cehennemine cenneti karşı diken
işık kıyametine mızraklar havale eden
harbeler gönderen oklar atan sesinden
ağustosböceği deyip hor gördüğümüz
minik göğsünde bir koskoca orkestra taşıyan”
Sabrı öğütleyen, yavru kuşlara masallar anlatan, güneşle kuşlar arasına sesiyle bir perde geren, şırıl şırıl sesiyle serinleten, gözlerine ışıltılı vahalar gösteren, çeşmelerden su sesleri alıp getiren, sessiz korumasız bahçeyi sesiyle örten, her kese mutuluk saçan, yaz sıcağına karşı cenneti diken, ışık kıyametine mızraklar, oklar atan, minik göğsünde koskoca bir orkestra taşıyan Ağustos böceği, metaryalist masalcının anlattığı gibi anlamsız-hikmetsiz bir varlık değildir.
Varlık sahnesine 3 hafta kadar kısa bir süre için misafir olan Ağustos böceği, o kısacık ömründe bunca hikmetli faaliyetlere imza atar ve kış mevsimini göremeden çekip gider:
“ateşle dans eder o güneşle dans eder
çırçıplak çıkar güneşin karşısına
belki yaşayamaz güneşi eksik kışta
fakat ardında unutulmaz bir yaz bırakır”
Aslında Ağustos böceği bir yönüyle mümin insanı da temsil eder burada. Müjdeci ve uyarıcı olması gereken, insanların cehennemden kurtulması için çaba sarf etmeyi görev bilen bir müminin duyarlılığıdır resmedilen.
Bu dünyada sıkıntılar içinde yaşayan, seküler masalcıların kınamalarıyla aşağılanan mümin bilinç, kendisinden başka her şey için, yani bütün bir kâinatın anlamı için fâni varlığını feda eder, etmelidir.
Sonuç olarak Sezai Karakoç, “Ağustos Böceği Bir Meşaledir” adlı şiiriyle aslında, kâinat karşısındaki kendi ontolojik-epistemolojik duruşunu sergilemiştir diyebiliriz. Evet, Sezai Karakoç da bu asrın “muştucu-uyarıcı” Ağustos böceklerinden birisidir ve o da her eserinde/seslenişinde “hakikati” duyurmakta, “dirilişi” müjdelemektedir.
Belli ki, o da diğer diriliş öncüleri gibi hakikat meşalesini elinden bırakmadan Ağustos böceklerinden oluşan yeni bir diriliş medeniyetini inşa edene kadar seslenişini sürdürecek ve o da ardında unutulmaz bir yaz bırakarak sonsuzluğuna çekilecektir:
“ateşle dans eder o güneşle dans eder
çırçıplak çıkar güneşin karşısına
belki yaşayamaz güneşi eksik kışta
fakat ardında unutulmaz bir yaz bırakır.”
Not: Oğuz Düzgün'e ait bu yazı 2013 yılı Granada Dergisi 4. sayıda başka bir başlıkla yayımlanmıştır.