Gece 03.45.
Lefkoşa'nın üzeri tamamen sessiz.
Ne araba sesi, ne insan… Sadece uzakta, Girne dağlarına çarpıp geri dönen hafif bir rüzgâr.
Ama o saatte, şehirden çok daha kalabalık bir şey var bu havada:
Milyonlarca sinyal.
Telefonların veri akışı, uçakların radar izi, drone'ların bağlantı kanalları, askeri telsizler…
Hepsi görünmez bir trafik gibi üzerimizden akıyor.
Hani derler ya, “Bu ada küçük”…
Değil.
Gökyüzü bu kadar küçük bir coğrafya için fazla kalabalık.
Sonra insan durup düşünüyor:
Bu sinyaller nereye gidiyor?
Kim topluyor?
Kim izliyor?
Kim karıştırıyor?
Bir noktadan sonra fark ediyorsunuz ki Kıbrıs sadece bölünmüş bir ada değil, bölünmüş bir frekans haritası.
Bir bakıyorsunuz… Ada aslında sessiz değil.
İnsan ilk bakışta fark etmiyor. Hatta çoğu kişi fark etmeyecek şekilde tasarlanmış zaten.
Çünkü savaşın yeni adı bu: Görünmez olmak.
Bugün Kıbrıs'ın güneyine bakıyorsunuz; Troodos'un tepesine, Akrotiri'nin kıyısına yerleştirilmiş dev çanaklar…
Haritadan bakınca basit bir anten gibi görünüyor. Ama o çanak aslında Doğu Akdeniz'in kulağı.
Suriye'den, Lübnan'dan, Türkiye kıyılarından, Gazze'den kalkan her sinyalin ufacık bir izi bile buraya düşüyor.
Kim topluyor?
İngiliz üssü.
Ama sadece İngiliz değil. ABD var, İsrail var, ortak sistemler var…
Öyle bir ağ ki bu… Telefonundan gönderdiğin bir fotoğraf, Lefkoşa'dan değil, Troodos'un arka tarafındaki bir istasyondan geçip gidiyor.
Peki Kuzey?
Kuzey, yıllarca bu sinyal savaşının ortasında görünmez kaldı. Ama görünmezlik zayıflık değil; bazen avantajdır.
Ne zaman ki Türkiye elektronik harp kapasitesini genişletti, o görünmez alan bir anda koruma alanı”na dönüşmeye başladı.
KORAL sistemleri, yeni radar ağları, İHA'ların kendi linklerini karıştırmaya dayanıklı yapısı…
Ada üzerindeki güç dengesi top tüfek üzerinden değil, frekans şeridi üzerinden değişti.
Artık mesele şu değil: Kim askeri üs kurdu? Kim hangi limana yanaştı?
Yeni soru şu:
“Kim, kimin sinyalini duyuyor ve kimi sağır bırakabiliyor?”
Güney'in Gökyüzü… Kuzey'in Gökyüzü…
İki hava sahası var gibi görünüyor. Ama aslında üç tane var:
- Güney'in kontrol ettiği sinyal şemsiyesi
- Kuzey'in Türk radarlarıyla kurduğu ağ
- Ve ikisinin kesiştiği, görünmeyen gri bölge
İşte oyun orada dönüyor.
O gri bölgede drone sinyalleri anlık parazit alabiliyor. Deniz radarlarında küçük algalanmalar oluyor. Hava trafiğinde bir “mikro gecikme” bile bütün tabloyu değiştiriyor.
Bu yüzden Rum tarafı İsrail'den Barak MX aldı. Bu yüzden Türkiye yeni nesil elektronik harp modüllerini Akdeniz'de test ediyor. Bu yüzden İngiliz üslerinin çanakları hiç susmuyor.
Gökyüzünde kimse kimsenin “tek” patronu değil. Karşılıklı bir “görme ve saklanma oyunu” var.
“Kıbrıs'ın gökyüzü, Kıbrıs'ın toprağından daha fazla tartışılıyor.”
Haritaya bakıyoruz, yeşil bir çizgi… Kuzey ve güneyi ayırıyor. Ama gerçek çizgi o değil.
Gerçek ayrım, sinyalin geçtiği yer ile kesildiği yer arasındaki ince çizgi. Bu yüzden ben hep şunu söylüyorum: Kıbrıs'ın kaderi artık toprakta değil, frekansta yazılıyor.
1974'te tanklar ilerliyordu. 2025'te dalgalar ilerliyor: Radyo dalgaları, radar dalgaları, veri dalgaları…
Kıbrıs'ın üzerindeki savaş, görmediğimiz şeylerin savaşı. Ve KKTC'nin bugünkü rolü, bu görünmez cephede ayakta kalmak. Sadece var olarak değil, frekansını koruyarak. Çünkü bir ülkeyi bazen tanınmamak küçültür… Ama bazen de sinyalini kesmek.
O yüzden mesele artık şu: “KKTC haritada gri gösteriliyor” değil. Asıl mesele: “KKTC'nin gökyüzünde kim daha çok duyuluyor?”
Bazen bir ülkenin gerçek sesi, toprağında değil… Gökyüzünde saklıdır.
Aydoğan Yüce \ Timeturk