Millî Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, eğitimin “yoğun bakım”da olduğunu söyledi.
Gerçek bir eğitimci yapabilirdi bu tespiti.
Ziya Selçuk, iyi bir eğitimci. O yüzden bakan olarak atandığında, toplumun geniş kesimlerinden yoğun destek aldı.
Özellikle de toplumumuzun seküler kesimlerinde adeta bir “euphoria” (zafer havası) oluştu.
Bakana gösterilen bu ilgi, bakanın bakan olarak yapacaklarının ipuçlarını da veriyor sanki.
EĞİTİM, NEDEN “YOĞUN BAKIM”DA?
Her zaman söylediğim şeyi -özür dileyerek- bir kez daha, altını çizerek vurgulamak istiyorum burada: Türkiye, Batılılar tarafından dışarıdan fiilen sömürgeleştirilemedi ama içeriden zihnen sömürgeleştirildi.
Bu kendi kendini sömürgeleştirme traji-komedisi, en kalıcı ve yıkıcı tezahürlerini eğitim alanında gösterdi: Batıcı, seküler, sömürgeci pozitivist bir eğitim sistemi dayatıldı topluma tepeden Jakoben yöntemlerle: Tek-tip adam yetiştirme projesiydi bu.
Bir toplumun eğitim sistemi, o toplumun medeniyet birikiminin, ruhunun ve iddialarının ürünü olarak inşa edilmezse, toplumun mezarını kazmaktan başka bir işe yaramaz.
Türkiye'de yapılan tam da bu oldu: Batılı, dolayısıyla seküler bir insan tipi, bizim medeniyet dinamiklerimizi dinamitleyen, ruhköklerimizi yok eden, ezberci, yetenek öğüten, çocuklarımızı Batı'ya karşı aşağılık kompleksinin eşiğine sürükleyen üçüncü sınıf pozitivist bir eğitim sistemiyle “inşa edilmeye” çalışıldı.
Bakanın, şimdiye kadar her konuda konuşması ama bu konuda hiç konuşmaması düşündürücü!
Oysa Ahmet Hamdi Tanpınar, başta eğitim sistemi olmak üzere, her alanda adım adım hayata geçirilen Türkiye'nin sürüklendiği metamorfoz (başkalaşım) geçirme sürecini “kültürel inkâr” olarak tanımlamıştı.
Elbette, Batı'dan alabileceğimiz her şeyi almamız gerekiyordu. Ama yaptığımız iş, bir medeniyetten bazı şeyleri ödünç almak değildi; medeniyet değiştirme çabasıydı: Kendimizi inkâr ederek yola çıkmıştık!
Oysa kendimizi inkâr ederek geleceğe emin adımlarla yürüyebilmemiz mümkün değildi. Tarihte bunun örneği yoktu; olmayacak bir şeydi bu. Duvara toslamamızla, intiharla sonuçlanacak tehlikeli bir adımdı.
Yüzyılın sonunda, geldiğimiz noktada, eğitim, yoğun bakımda, o yüzden.
BİZİM EĞİTİM FELSEFEMİZ ÇOK DAHA KÖKLÜ TEMELLERE SAHİP
Oysa bizim yoksaydığımız eğitim felsefemiz, Batı'dakinden çok daha köklü, güçlü ve kuşatıcı temellere dayanıyor.
Batı'da eğitim, tek boyutludur: Yalnızca bilme'ye / epistemolojik temellere dayanır. Bizde ise eğitim birbirini tamamlayan üç aşamadan oluşur: Bilme, bulma ve olma yolculukları. İlim, irfan ve hikmet güzergâhlarıdır bunlar bizim medeniyetimizde.
Bu hayatî meseleleri uzun uzadıya yazdığım için bu kadarla yetiniyorum burada.
Yapacağımız şey, şimdiye kadar inkâr ettiğimiz kendi eğitim felsefemizi enlemesine ve boylamasına keşfetmek ve yenileyerek yeniden inşa etmek.
Hz. Mevlânâ'nın pergel metaforunu hayata geçirdiğimiz takdirde, bir medeniyetten neyi, nereye kadar ve nasıl ödünç alabileceğimizi, ödünç aldıklarımızı semantik müdahaleye tabi tutarak nasıl kendimize maledebileceğimizi görebilmemiz ve sonrasında da kendimize özgü imajinatif boyutlar katarak yolculuğumuzu emin adımlarla sürdürebilmemiz mümkün olabilir.
Türkiye'de bir asırdır tepeden uygulanan pozitivist eğitim sistemi, çocuklarımıza bir ruh, bir medeniyet bilinci ve özgüven duygusu kazandırmak şöyle dursun, bir toplumun geleceğinin yol haritasını ve bunun anlam haritalarını sunan olmazsa olmaz varoluşsal ilkeleri hem inkâr etti hem de zamanla yok etti.
Eğitimimiz o yüzden yoğun bakımda.
AVA GİDERKEN AVLANMAK...
Ziya Selçuk Hoca, eğitimimizi yoğun bakımdan kurtarabilecek mi, peki?
Kısa vadede, özellikle temel bilim eğitiminde önemli adımlar atabilir ama bu adımlar ne kadar değerli sonuçlar doğurabilir, eğitim sorunumuza ne kadar neşter vurabilir, bu konuda kuşkularım var.
Bir eğitim sistemi, genç kuşaklarına şu beş ilkeyi veremezse, toplumun mezarını kazmakla sonuçlanır her şey: Ahlâk, ideal, ruh, tevazu / başkalarına saygı ve özgüven.
Bu beş ilkeyi, kendi medeniyet dinamiklerimizi, rüyalarımızı ve birikimimizi çocuklarımıza pergel metaforu ekseninde öğretebiliriz ancak.
Kısa vadede (5 ilâ 10 yıllık süreçte) bilim-temelli eğitime şiddetle ihtiyacı var bu ülkenin.
Ama bunu çocuklarımıza ruhköklerimizi, medeniyet dinamiklerimizi iyi öğreterek gerçekleştirebilirsek bilim-temelli eğitim ülkenin önünü açar.
Eğer medeniyet bilinci ve perspektifi sunmadan böyle bir eğitim verirsek, bu eğitim, yüzyıldır soyut olarak zihnimizi körleştiren pozitivizmin somutlaşmasına, bu da bilimin putlaştırılmasına ve din katına yükseltilmesine yol açar ve önümüzü tıkar.
Bütün büyük filozoflar ve bilim adamları, bu tehlikeye özenle dikkat çekmişlerdir.
Meselâ Nietzsche, “bilim”in “laik din” katına yükseltilmesinden, meselâ bilim felsefecisi Feyerabend “bilim kilisesi”nden, meselâ sibernetik biliminin kurucusu Norbert Wiener, “bilime ve ilerlemeye tapınılmasının düşüncenin ve bilimin ölümü anlamına geleceğinden” şikâyet etmişlerdir.
Uzun vadede, medeniyet bilincini ve ruhköklerini yitiren genç kuşakların bilimperest, Batıperest kölelere dönüşmesi tehlikesinin aslâ gözardı edilmemesi gerekiyor.
Ziya Selçuk “çift kanatlılık”tan sözediyor ama bunun retorikten ibaret olduğunu, kendisinin sahibi olduğu okullara baktığımız zaman görüyor ve gelecekten endişe duyuyorum.
Yeni bakanı, heyecanını elbette desteklemek gerekiyor. Ama onun da kendine özgü, eğitim sistemimizi felce uğratacak, “kendi ayağına kurşun sıkacak” ajandalardan kaçınması şart.
Bakanlığın yüksek bürokrasisinde yaptığı (bu ülkeye kök söktüren devşirme, masonik eğitim şebekesinin önünü açacak ve Anadolu çocuklarının önünü tıkayacak) ilginç, tuhaf atamalar, Yusuf Tekin'in binbir güçlükle inşa ettiği bakanlığın yüksek bürokrasisini yerle bir etmesi, endişelerimi artırıyor.
Ava giderken avlanmak olur bu.
Vesselâm.