Zaman ölçümü teknik olarak geliştikçe "zaman öldürmeyi" hissetmez hale geldiğimizi anlatan t24 yazar Mehmet Önal, "her şeye vakit ayırmaya çalışırken nasıl hiçbir şeye vakit ayıramaz" duruma geldiğimize dikkat çekti.
"Zaman Yoksunu Toplumlar"
Seçim sürecinin sona ermesiyle son birkaç aydır gündemin ne kadar yoğun olduğunu hissedebildim.
Modern medyanın ulaştığı seviyede televizyon ve internet ortamında 7/24 süregelen haber döngüsünden saklanabilmek mümkün değil.
Ülkede haber yapmaya değer olay eksikliği hiç yaşanmıyor.
Günlük hayatın yoğunluğundan doğan vakit eksikliğimiz, sürekli dikkatimizi isteyen haberler ve sosyal medya eliyle de etkilenince, belki de tarih boyunca görülen en ‘zaman fakiri' nüfus haline dönüştük.
Oysa ‘zaman' konsepti her zaman bu kadar gelişmiş değildi.
Çok uzak bir dönem olmayan 19. Yüzyıl İngiltere'sinde, 'Upper Knocker' diye bir meslek vardı.
Türkçe çevirisi olmayan bu mesleği ben "yukarıyı çalan" diye çeviriyorum.
Alarm saatinin daha icat edilmediği o dönemde, meslekleri bu olan kişiler; o çağ evlerinin çoğunlukla ikinci katında olan yatak odalarının camlarına, uyuyanlar uyanıncaya kadar uzun bir sopayla vururlardı.
Başka türlü insanlar nasıl uyanıp işlerine yetişebilsin?
Ama hiç değilse günlük zaman konsepti oturmuş bir dönemdi.
Daha da geriye baktığımızda; "zaman takibi" insanlığın en eski sorunlarından biriydi.
Gündüz güneşin, akşam ise ay ve yıldızların hareketlerini gözlemlemeyle başlamıştık.
Nitekim astronomi en eski bilim dalıdır.
Bu sebeple ilk zaman cihazlarının, binlerce yıl önce birbirinden bağımsız coğrafyalarda icat edilen güneş saati olmasına şaşmamalı.
Sonra su saati, kum saati gibi daha komplike icatlar da geldi.
Bir kaba ritmik bir şekilde su dolması ve taşması üzerine tasarlanan su saatleri Antik Yunan, Mısır, Babil ve Çin'de farklı dizaynlarda kullanılmaktaydı.
Rivayete göre, Platon, gün doğumu derslerine bu sayede yetişiyordu.
Kum saatinin tam tarihi bilinmese de Orta Çağ Avrupa'sından kalma birçok kayıtta ortaya çıkıyor.
Daha sonra ise ezanlar ve kilise çanları insanları rutin vakitlerde toplayan, dua çağrıları ile gün içerisindeki süre kavramını toplumda daha da yaygınlaştıran dönemler başladı.
Bu durum belki de dünyanın ilk alarm saatleri olarak nitelendirilebilir.
Kuşkusuz, yatmadan bolca su içmek, doğuya doğru açık bir pencere önünde uyumak veya horoz ve benzeri hayvanların dakikliğine güvenmek gibi daha ilkel yöntemlerde vardı.
14. yüzyılda mekanik saatlerin icadı ise bugün tanıyabileceğimiz saat kavramının tohumlarını attı.
Ağırlıklı olarak kasaba ve şehirlerde dini veya yönetim binalarının kulelerine eklenti olarak yaygınlaşan bu saatler hatasız olmasa da şehir içinde yaşam için bir devrim gerçekleştirdiler.
Zaman ilerledikçe küçüldüler ve dakiklikleri arttı. Ev saatleri, hatta köstekli saatler bile 200 yıl içinde icat edilmişlerdi.
18. yüzyılda, kurularak çakmaktaşı ile mum yakabilen bir saat bile icat edilmişti.
Bu teknoloji ise bugün uydu yönlendirmek için kullanılan ve sadece 15 milyar yılda 1 saniye hata yapan atom saatlerine kadar ilerledi.
Saat kavramı gelişirken, gittikçe dikkate almadığımız bir detayı atlamaya başladık.
Nasıl uyandığımız sorusu yerine neden uyandığımız sorusu.
Çoğunlukla artık tarım olarak adlandırdığımız sektörde çalışan köylüler ve işçiler, yakın tarihe kadar saat kullanacak kadar zengin değillerdi. İşleri içinse ihtiyaçları yoktu.
İşleri kaç saat çalıştıkları değil, verilen işleri bir günde, haftada, ayda veya sezonda yapmaları ile ölçülüyordu.
Tüccarlar, katipler, din insanları ve bürokratlar gibi profesyonel çalışanların dakik saat ve süre kullanımına ihtiyaçları olsa da nüfusun çok küçük bir kısmından ibaretlerdi.
Nüfusun büyük çoğunluğu insan yapımı takvimden çok doğal takvimlere göre çalışıyordu.
"Yukarıyı çalanlara" dönecek olursak, endüstriyel devrim İngiltere'sinde ihtiyaç olan bir meslek olması çok normal çünkü fabrika çalışma düzenini güneş değil, müdürler belirliyordu.
Zaman ile ilişkimiz değişti.
"Yukarıyı çalanların" önemi de arttıkça arttı.
Sadece bu mesleği artık iPhone veya dijital saatler üstleniyor. Teknolojinin sona erdirdiği birçok insan mesleğinden biri.
Saat, endüstriyel yaşam öncesi ile endüstriyel dünyaya geçişin en büyük sembolü olmalı.
Doğaya göre yaşamdan uzaklaştıkça da biz makineleştik.
Birçok anlamda modern yaşam ile hayal edilemeyecek hayat kalitesine erişmiş olsak da zaman ile ilişkimiz çok sorunlu.
Bu durumun en görünür olan aşırı bilgilenme isteği, adeta bir hastalık haline geldi.
Sürekli habere bağımlı olmak, milyonlarca insanın sosyal medya kullanımının daha da fazla milyonlar tarafından aralıksız takip edilmesi, acele ile en yeni bilgileri kaçırmamak endişesi, sosyal psikolojimizin zeminini zehirliyor.
Toplumsal olarak zaten komplo teorilerine oldukça yatkınız ve birbirimize düşmanca hissettiğimiz polarize bir ortam bulunmakta.
Ama bu konuyu çözmeden, etkilediği diğer sorunları çözebilir miyiz bilmiyorum.
Ne de olsa her şeye vakit ayırmaya çalışırken hiçbir şeye vakit ayıramıyoruz.