İbn Arabi halvetteyken, yakın dostu, sırdaşı olan Abdullah, odasının kapısından içeri girer. Girince, derin bir dalgınlıktan, rüyadan uyanır gibi sıçrar.
N'oldu şeyhim? diye sorulunca da, 'sen gelesiye' der, 'Sevgiliyle birlikteydim, sen gelince yalnızlığa düştüm.' Wittgenstein, 'kişi yalan söylemiyorsa, yeterince özgündür' diyor. Bunu sürekli yedeğimde taşıyarak söylemeliyim ki, ne Sevgili'yle, ne ötekiyleyim. O halde yalnızlığın kaçınılmazlığı içinde, ya sürekli öteki benlikleri dinlemekten ibaret olan okumayla uğraşmalıyım veya o dayanılması güç yalnızlığı, kötü dahi olsa her türden ilişkilerle takas etme çabasındayım. Kişi her halükârda yalnızdır. Sevgili'yle birliktelik derken de, an madem sonsuzca bölünebilir, o halde, birbirine doğru gitmekte olan iki sevgili hiçbir zaman kavuşamayacaklardır. Yani vuslat olunca aşk biter, yalnızlık başlar.
İnsan konuştukça yalnızlaşırmış. Bu, yazdıkça daha acıtıcı bir biçimde gelişiyor. Yazdıkça hem yalnızlaşıyor hem giysilerimizden soyunuyoruz. Yalnızlık Allah'a mahsustur, burada mahsus olan hem özgülüğü hem de hissedilebilir olmayı ima eder. Biz, duyular âleminden geçerek örtülerimizi aralamaya başlar ve yalnızlığı tadarız. Sevgili'yle yalnızlık imkânsızdır, bu, tersinden okunursa, sevgiliyle olmak da imkânsızdır. Aşkın imkânsızlığı ile yalnızlığın imkân oluşu akrabadır. Belleğim beni yanıltmıyorsa, Sefa Kaplan'ın bir dizesiydi, 'bir yalnız bir yalnızı bir duvarda bulur da...' Bunu yalnızlık olarak da okuyabiliriz.
Bir yalnızlık bir yalnızlığı bir tenhalıkta bulur. Burası halvet yurdudur. Halvet sevgiliyle olmaktır. Ayrılık, yalnızlığın acıtmadığı bir yerdir. İbn Arabi, 'ayrılığa ulaşsaydık, ona kendi acısını tattırırdık' der. Yalnızlık da böyledir. Beraberlik de. Bu, bir korkuya dönüştüğünde acı vermeye başlar. Acısı büyüdükçe korku olmaktan çıkar. Böylece ne korku ne acı vermeyen bir şey haline gelir. Hal, geçicidir. Değişir. Tekrarlanır ve süreklilik kazanırsa temkine yerini terk eder. Temkin, bir hale yerleşmektir. Ona makam denir. Yalnızlığın yerleşilen bir hal olduğunu en iyi azizler ve bilgeler bilir. Şair, bülbül gibi niteliksiz âşıktır. Asıl acıyı aziz/bilge çeker. Onun gürültüsünü çıkarmak şaire düşer. Şair, yalnızlığın nasıl bir korku olduğunu sürekli bağırıp çağırandır. Yalnızlık onda korkunun fetişleşmesine yol açar. Yalnızlık cinsiyeti aşar, insanı daima içine çeker ve bazen zehirler. Yalnızlığın zehriyle ölmeyenler için iki selametli kıyıdan söz edilebilir: Kişilik yarılması, öldürmeyen yara güçlendirir tesellisi. Züğürt değildir ama nihayetinde bir tesellidir. En güzelini Nazan Öncel söylemiştir: Yalnızlık yalnızlıktır vay gönlüm vay...
'Hangi cebini karıştırsan yalnızlık...'
Yalnızlık için söylenebilecek en ironik ve gerçekçi sözlerden biri olmalı: Yalnızlık (sadece) yalnızlıktır. Kendisi dışında nitelenemeyen bir şey. Belki yakınlık koridoruna girilerek bir çıkış kapısı bulunabilir kırlara. Yakınlık kime ve nasıl bir doğrultuya? Seni yakınlığa çağıran O'nun yakınlaştırıcı ismidir. Yakın olsaydın, 'yakınlaş' denmezdi. Demek ki yakınlığa gereksinimin var. Zaten ad kökümüz, 'ünsiyet'ten gelir. İki yönü vardır: Biri unutmakla ilgilidir -ki yalnızlığın geçici devalarından biri budur- diğeri yakınlaşma, tanışma... Gelin tanış olalım'dan kinaye. İşi kolay kılmak için ezel bilişikliği gerekir. Ama asıl acı da budur. Verilen söze gönderme yapan bil bilge der ki, 'evet (belî) sözcüğünün neresinde mutluluk vardır ki... Bu söz değil midir ki, bunca acıların, ayrılıkların ve yaraların kaynağı olmuştur.'
Turgut Uyar'ın o masum serzenişini tekrarlamanın vaktidir: 'Hangi cebini karıştırsan yalnızlık...' Yalnızlığın bir korkuya dönüşmesine bakarak onun her şey olmadığı söylenebilir. Her şeyin ne olduğunu bilemeyiz. Her şey sandığımız şey, algı sınırlarımıza sığandır. Algımızı aşan şeyin ne olduğunu bilmemiz imkânsız olduğundan yalnızlığın algılayabildiğimiz her şeyle sınırlı olduğu açıktır. Yalnızlığın açık mı kapalı mı olduğunu da bilemeyiz. Bize açık olan başkasına kapalı, bize kapalı olan başkasına açık olabilir. Sınırlarımızı fark ettikçe yalnızlaşırız. Yalnızlaştıkça sınırlarımıza yaklaşırız. Yalnızlığın sınırdurumu oluşu, bizim varlığımıza ilişkin soruyu fark etmemizle başlar. Sınırdurumunda daima patolojik olanın belirme ihtimalleri güçlüdür. Korkunun az ve fazla iki uca doğru savrulma ihtimali, yalnızlığın yol açtığı yaranın kapatılma imkânlarının henüz gürbüzleşmemiş olmasıyla ilgilidir. Burada imdadımıza Rilke yetişir: 'Yalnızlık bir yağmura benzer/Yükselir akşamlara denizlerden/Uzak, ıssız ovalardan eser/Ağar gider göklere, her zaman göklerdedir/Ve kentin üstüne göklerden düşer/Erselik saatlerde yağar yere/Yüzlerini sabaha döndürünce sokaklar/Umduğunu bulamamış, üzgün yaslı/Ayrılınca birbirinden gövdeler/Ve insanlar karşılıklı nefretler içinde/Yatarken aynı yatakta yan yana/Akar, akar yalnızlık ırmaklarca.'
Rilke'nin yalnızlığı, bir korku olmaktan çıkmıştır. Yalnızlık kaçınılmazdır. Yağmura benzerliği, rahmet oluşu, yağışının mukadderliği, yıkayıp arındırması, yerden göğe yükselip tekrar yere inişi, başla sonu bitiştirmesi, bir daire metaforuyla anlatılması gösterir ki, birbirine yabancı, ayrıksı iki gövdenin bir yatakta karşılıklı nefret içinde yatarken arada kara bir ırmak gibi akması kesindir. Yalnızlık, aynı zamanda iki gövdeyi birbirinden ayıran ırmağa benzer. Irmak mutlaka bir denize dökülmelidir. Toprağın çatlaklarında kaybolan, yerin altındaki gizemli derinliklerde yitip giden ırmak, yalnızlığın büyümesi, sonsuz bir karanlık haline gelip insanı yutmasıdır. Bu korkudur yalnızlığı dehşetli kılan. Oysa insan ünsiyettir. Bir yanıyla. Yalnızlığın bir ejderhaya dönüşmemesi için en elverişli yol budur. Yoksa Allah elinin itelediği kişi olarak yalnız insan, kendisiyle ünsiyet kuramaz; kendisiyle biliş olmayan ötekiyle asla tanış olamaz. Yalnızlıkla bedeni sancıdıkça onu değiştirmeye çalışır ve en kötü birlikteliklerin kapısını çalıp durur. Bu, yalnızlığı daha dayanılmaz kılmaktan başka bir işe yaramaz. Bu durumda, Toynbee'nin, 'kişinin önce içine kapanmasından, sonra da hayata yeniden katılmasından oluşan ikili hareket' belirir. Burası, yalnızlık dolambacıdır. Yüzyıllık yalnızlıktır. Burada insan bir yalnızlıktır. Yalnızlık korkusu, ruhsal bilincimizi parçalayan bir ayrılıktan sonra duyduğumuz bir yurt özleminden başka bir şey değildir.
Rivayetlerin 'derin bir yalnızlık duydu' dediği Adem'in sol kaburga kemiklerinden biriyle var edildiği Havva ile olan ünsiyetiyle biraz olsun dindirdiği bir özlem. O kemikten boşalan yere, arzu doldurulmuştur. Böylece kadın, yalnızlığın kavurucu ateşinden, sürekli olarak yurduna kaçmak ister, parçanın bütüne olan iştiyakı...Erkeğin ise kadına olan vurgunluğu, bütünün parçasına olan düşkünlüğündendir. Bu, yalnızlığın, ancak öteki bilinciyle ve deneyimiyle fark edilen bir hal olmasıyla da ilgilidir. Edip Cansever, bu korkuya alışmak ister gibi, 'görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle/sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil/bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk/birleşiyoruz sessizce' der. Yalnızlığın bir imkân olabilmesi için, insanın en güzel anlarının kendisiyle geçen anlar olduğunu bilecek bir ruh olgunluğuna erişmesi gerekir. Böylesi bir yetkinleşme, kendine yetme, kendini fark etme olmaksızın, yalnızlığın bir korku ve kaygı olmaktan çıkması imkânsızdır. Sonuçta, yalnızlık ve ayrılık gibi acılar ne yeryüzünden büsbütün kaldırılıyor ne de insan(lar) büsbütün acıya boğuluyor. Bıktırmamak için acıların yüzüne biraz tebessüm sürülüyor o kadar. Bir başka deyişle, Edip Cansever'in dizeleriyle söylersem:
'Giderek siz oluyorsa bütün bir kalabalık/Yüzünüz yüzlerine benziyorsa, giysiniz giysilerine
Ansızın bir hastanın kendini iyi sanması gibi/Gücünüz yetse de azıcık bağırsanız
Bir yankı:
Durmadan yalnızsınız
Durmadan yalnızsınız.'
Zaman
Yorum Yap