Zamanı durduran, tarihin akışını değiştiren ve bu özelliğinden dolayı başlı başına tarihin başlangıcı, miladı olmaya namzet olaylar vardır.
Bundan tam 1436 yıl önce Allah Rasulü (s.a.v.) ve Müslümanlar Mekke’den Medine’ye göç ettiler. M. 622 yılında Medine şehri yeryüzünün ilk İslam devletinin kurulduğu diyâr oldu.
İslam’ın Arap yarımadasında ilk defa devlete kavuşması ve dünya siyasi dengeleri içinde vücut bulması anlamına geliyordu hicret. Kendileri açısından bunun ne anlama geldiğini çok iyi idrak ettikleri için ilk Müslüman nesil Hz. Ömer (r.a.) döneminde bu tarihi ânı takvimin başlangıcı olarak belirlediler.
Ne Allah Rasulü (s.a.v.)’in doğumu (571) ne de vefatı (632)ne vahyin başlangıcı (610) ne de Müslümanların, binlerce yıllık geçmişe sahip adeta tarihe kök salmış imparatorlukların topraklarına hükmettikleri Kadisiye ve Mute savaşlarından zaferle döndükleri günler değil de İslam’ın devletini kurdukları gün İslam’ın tarihinin başlangıcı olarak kabul edildi.
Benzer bir duyarlılığı bu devletin başkanı Allah Rasulü (s.a.v.)’in vefat etmesiyle İslam toplumunun kamu otoritesine en üst düzeyde başkanlık eden makamda boşluk oluştuğunda sahabe toplumu içlerinden halife seçinceye kadar Rasul (s.a.v.)’in mübarek bedeni bile defnetmemelerinde de görüyoruz. Cenazenin bekletilmemesini emreden bizatihi Peygamber iken, hayatları boyunca peygamberin bir dediğini iki etmeyen sahabenin Rasulün cenazesini tehir etmeleri ne ile açıklanabilir?
Ancak kalplerinde hastalık olanlar can ve mallarını, tüm dünyalıklarını bu din uğrunda feda etmiş olan sahabelerin koltuk sevdasına düştüğü zihâbına varabilir. Hakikat şu ki, sahabenin bu tavrı halife seçiminin, söz konusu (peygamber de olsa) cenazenin defninden daha öncelikli bir farz olduğunun sahabe icmâı ile tescilidir. İşte Hz. Ebû Bekir (r.a.)’ı halife seçtikleri üçüncü gün Nebilerinin cenazesini defneden sahabe toplumu bu tavırları ile halife olmadan Nebi’nin emaneti dini ikame etmenin imkansız olduğunu hükme bağlıyor, tarihe önemli bir şerh düşüyordu.
Hz. Ali’nin buyurduğu gibi: “Din sütundur, Sultan onun bekçisi. Sütunu olmayan bina yıkılır, bekçisi olmayan bina ise zayi olur gider.”
O sultan yıkıldığında din binası da yıkıldı. Bu binanın sakinleri dağıldı, kanlarının heder edilmesi, namuslarının kirletilmesi, aşağılanma ve servetlerinin sömürülmesi, bin küsur yıl başlarına gelmeyen bela ve musibetler hep ondan sonra başlarına geldi.
Nurullah Genç’in “Yağmur” adlı şiirinde mükemmelen tasvir ettiği gibi:
Yenilgi, ilmek ilmek düğümlendi tarihe
Her sayfaya talihsiz binlerce kurban düştü
Yağmur, kaybettik bütün hazinesini ceddin
En son, avucumuzdan inci ve mercan düştü
İniltiler geliyor doğudan ve batıdan
Sensizlikten bozulan dengeye ziyan düştü
Sensizlik depremiyle hancı düştü; han düştü
Mazluma sürgün evi; zalime cihan düştü
Sensiz ufuklarıma yalancı bir tan düştü
Sensiz kıtalar boyu uzanan vatan düştü
Bir kölelik ruhuna mahkum olunca gönül
Yüzyıllardır dorukta bekleyen Sultan düştü
Evet, bir kölelik ruhuna mahkum olmuşların, sahabenin, ayağa kaldırmak için Nebi’nin bile mübarek bedenini defnetmeyi tehir ettikleri Sultan’ıngerekli olup olmadığı; İslam’da belli bir yönetim sisteminin olup olmadığı tartışmaları arasındayüzyıllardır dorukta bekleyen Sultan/Halife düştü.
Sonra …
Haritanın en beyaz noktasına kan düştü
Kırıldı adaletin kılıcı; kalkan düştü
Her halde Rasulüllah (s.a.v.)’in M. 622 yılında hicret sonrası kurduğu devletin dünya siyasi sahnesinden çekildiği şu son yüzyılda İslam ümmetinin hali pürmelâline, batılı devletlerin ümmet coğrafyamıza; haritanın “en beyaz noktası”na kanlarımızdan kına yaktıklarına bakarak sahabe-i kirâmın neden hicreti (İslam Devleti’nin kuruluşunu) tarihin başlangıcı olarak tespit ettiğini anlayabiliyoruz. Anlayabiliyoruz haritanın “en beyaz noktası”ndaki kan banyosuna rağmen, kırılan adaletin kılıcı ve kalkanın gerekli olup olmadığını hala tartışanların kölelik ruhuna mahkum olduklarını…
Bu kölelik ruhunu ve iddialarını ele alacağımız bir sonraki yazımıza kadar Allah (c.c.)’ne emanet olun…