Dolar

32,5529

Euro

34,9639

Altın

2.448,98

Bist

9.716,77

Kemalist Algı, Tasavvuf müziği ve Kürtler

Kemalist rejim bilinçli olarak Osmanlı sosyal yapısına “enkaz” diyerek toplumsal hafıza kaybı yaratmıştır. Bu gün görünen o ki, aslında gerçek enkazı Kemalistler yaratmış ve bu gün o enkazı kaldırmak, toplumu kendi asal dokularına kavuşturmak sancılı bir süreci yaşatmıştır. Bu süreci esas olarak, “toplumsal yaşamdan Kemalist algıyı temizleme” süreci, “tekçilik ve Türkçülükten” arınarak, çokuluslu ve çok kültürlü yaşama geçiş süreci, yani, özgürlük ve eşitliğin kurulması için yüzleşme, barışma, tanışma ve yeniden yapılanma süreci olarak adlandırmak gerekir.

12 Yıl Önce Güncellendi

2013-05-17 12:39:02

Kemalist Algı, Tasavvuf müziği ve Kürtler


Fikren ve fiilen iktidar olduğu günden itibaren Kemalist ideoloji çok uluslu ve çok kültürlü “Misak” içindeki hemen herkesin manevi yaşamında bir biçimde iz bırakmayı başarmıştır. Kemalist ideolojinin zafere ulaşması yıllar almış ve bu süre içinde kuşaklar gelip geçmiştir. Geçen yıllar içinde bir çok olgu kendine yabancılaşmış ve “tek” leşerek zoraki bir “uyum” ve entegrasyona uğratılmıştır. Heba edilen çok seslilik, renklilik ve  kültürel zenginlik “Türklüğün” egemen olması ve “Türk Milletinin” egemen ulus olarak “inşası” uğruna adanmıştır. Toplumu “Türk”esasına göre düzenleme rejimin temel amacı olmuştur. Bu anlamda çok sıkı ve kesintisiz bir biçimde toplum mühendisliği yapılarak yeni bir “bina” inşa edilmiştir. İnşa edilen binaya da “Türkiye” adı verilmiştir.
Ulus-Devlet olarak bina olan Türkiye de devlet ulustan önce kuruldu. Ulus Türk kimliği esas alınarak oluşturulmak istendi. Bu nedenle tek “makbul” kimlik olarak Türk kimliği işaret edilerek bu merkezden bakıldığında var olan diğer kimlikler “geçersiz” ilan edilerek Türke tabi kılınmak istendi.” makbul” görülen Türk olmaklık aynı zamanda “İmtiyaz” ve “Üstünlük” ile de taçlandırıldı.
Rejimin birey olarak Türk olmayanlarla pek ciddi bir sorunu yoktu. Ancak bireylerin mensup olduğu aidiyet ve ulusal kimlikle savaşılıyordu. Örneğin Kürtler birey olarak bir çok kamusal alanda görev aldılar, parlamentoya girdiler, devletin çeşitli kademelerinde önemli görevlerde bulundular. Rejim için sorun oluşturmadılar. Çünkü Türkçü rejim Kürtle değil “Kürtlükle” mücadeleyi yeğliyordu. Çünkü tehdit oluşturan “uysal” Kürt değil, Kürtlük tehdit algısı olarak kabul ediliyordu.
Kemalist rejim bilinçli olarak Osmanlı sosyal yapısına “enkaz” diyerek toplumsal hafıza kaybı yaratmıştır. Bu gün görünen o ki, aslında gerçek enkazı Kemalistler yaratmış ve bu gün o enkazı kaldırmak, toplumu kendi asal dokularına kavuşturmak sancılı bir süreci yaşatmıştır. Bu süreci esas olarak, “toplumsal yaşamdan Kemalist algıyı temizleme” süreci, “tekçilik ve Türkçülükten” arınarak, çokuluslu ve çok kültürlü yaşama geçiş süreci, yani, özgürlük ve  eşitliğin kurulması için   yüzleşme, barışma, tanışma ve yeniden yapılanma süreci olarak adlandırmak gerekir.
Bu yazıda Kemalist rejimin kültür sanat alanındaki kimi manipülasyonlarına değinmek istiyorum. Resmi anlayışın müzik alanındaki inkarcı, asimilasyoncu ve “tedipkar” uygulamaları sonucu, halk kültürünün aldığı ağır yaralardan birkaç örnek sunmak istiyorum.
Türk sanat müziği  gerçekten de öz olarak Türk müdür.? Adına  Türk Sanat Müziği denilen ve özünde çok kültürlü bir Osmanlı saray müziği olan bu müziğin barındırdığı yapısal özellikleri ile bu güne dek nasıl ve ne şekilde gelebildiği konusu araştırılmaya değer  bir konudur.
Bu gün , bir çok kişi; özellikle de müzisyenler “ Alaturka”  adı verilen   Sanat Müziğine “Türk Müziği” demektedir. Kemalistler, Osmanlının saray müziği olan bu elitist müziği aslında “sufi” karekterinden ötürü vede içinde çokça “tasavvuf temaları” var olduğundan tasvip etmezler. Ancak ,  açık bir riyakarlıkla bu müziğe yine de “Türk” demekteler. Onlar ; bal gibi de “çok kültürlü” olan bu müziğin aslında düşmanıdırlar. Çünkü bu müzik “dergah”ve “Mevlevihaneler” de yaşam bulup gelişmiştir ve “sufi” müziğidir. Bu tarz müzik bir “ayin” tarzıdır.
Yeri geldiğinde “Mevlana” ile göklere uçan rejim o dönemlerde “Mevlevihanelere” hayat hakkı vermemiştir. Osmanlının övünç ve kıvanç duyduğu  Mevlevi Müzik Kültürünü, Kemalist rejim hiç sevmedi ve ama sevemediğini belli de etmedi. Tüm zamanlarda Mevlana anıldı ve semazenler sema gösterilerinde bulundu. Ancak NeyzenlerMevlevi geleneği ve kültürüne uygun olarak sanatlarını icra edemediler. Bu gün dahi her yıl Konya’da düzenlenen törenlerdeki şovların hiç biri Mevlevi kültürüne uygun gösteriler değil.
Mevlana Festivalinin ruhu Mevlevi tarikatının özüdür. Bu başlı başına bir kültür olup tarihsel bir gelenek haline gelmiştir. Mevlana kültürünün özünden uzaklaşmış, o kültürden kopmuş bir anlayışın Mevlana festivalleri yapması abesle iştigaldir. Görünen o ki, Kemalistler, Mevlanayı ve onun kültürel mirası olan Mevleviliği de manüpile etmişlerdir.
Özünde Mevlevilik bir dünya görüşüdür, bir yaşam tarzıdır. Bu yaşam tarzının yedi yüz yıl içinde kendine has oluşturduğu bir geleneği var. Müzik ve edebiyat ürünlerinin de kendine özgü bir tarzları var .Mevlevi kültürü kendine özgü değerler toplamı ile ancak var olabilir. Kuşkusuz ki bu kültür İslam inancına uygundur ve onun gerekleri ve icazet sınırları kadar hayat bulabilir.
Kemalistlerin tasavvuf müziği konusundaki isteksiz tavrı konusunda Cem MANSUR: “ Atatürk istiyor diye biz farklı müzik yaptık” diyor. Kabul etmek gerekir ki geçmişte, Ceberrut rejimim gazabına uğramak istemeyen kimi müzisyenler, risk almaktan çekindikleri için sistemin temayüllerine boyun eğmek durumunda kaldılar.
Kemalist rejimin bir valisi 1936 yılında bir radyonun canlı yayınını basmış ve canlı müzik yayınını durdurmuştur. Rejim Valisi, bu eylemine gerekçe olarak da “ bu müzik Atatürkün müzik anlayışına terstir” demiştir. Çalınan Müzik ise şansız yani söz olmayan ve tamamen sazların oluşturduğu” estrümental” bir müzik olduğu halde rejim valisi yine de bu müziğe hoşgörüsüz davranmıştır.
Kültür ateşesi Melih Cevdet Anday  Unesco tarafından Türkiye adına ödüle laik görülmüş  olan bir tasavvuf müziği eserini “bu tarz müzik Türkü temsil etmez” diyerek ödülü Türk’e değer görmediğini  basın açıklaması yaparak ifade etmiştir.
Rejim tasavvuf Müziğini “ayin” müziği olduğu için ret etmiştir. Bu tarz yaşamı ve müziği bir “miras” olarak bile kabullenememiştir.
Dünyaca ünlü Neyzen Kutsi Ergüner ve babasının rejimin elinden çektikleri ise düşman başına. Örneğin Neyzen Kutsi, Fransa’da icra edilerek yayınlanmış olan bir “Sufi” eserinden ötürü Türk yetkililerden azar bile işitmiştir.
Bu gün çağdaş müzisyenlerin korkulu rüyası gibi gösterilmiş olan ve “arabesk” adı ile anılan müziğin beğenilmemesinin tek nedeni o müziğin Arap kültüründen beslendiği yolundaki savdır. Oysa ki müzik evrenseldir ve hangi kültürün izlerini taşırsa taşısın kulağa hoş gelmesi ve ruhu okşaması onun beğenilmesi için yeter bir nedendir. Bu alanda ırkçı takılmanın  yararı yok, tersine uzun vadede zararı  var.
Kemalist algı Osmanlıdan beri devam eden saray edebiyatı ( divan edebiyatı) ve müziğinin yerine “Türke” özgü başka bir edebiyat ve müzik ikame edemedikleri için “Türk Edebiyatı” ve “Turk Musikisi” demek zorunda kaldılar. Bu kez de büyük bir özenle bu alanda ürün vermiş  olan önemli kişileri ” özbeöz” Türk kabul ettirdiler. Bu bağlamda Kemalistler tarihsel hafızayı ve tarih bilincini iğdiş ederek; resmi görüşlerine uymayanları da cezalandırdılar.
Diğer yandan altı yüzyıllık Osmanlı İmparatorluğunda Arapça Farsça ve Kürtçe sanat ve edebiyat dili olarak yaşam sürmüş, üçünün toplamına Türkçe de eklenerek ” Osmanlıca” dil tanımı yapılmıştır. Her ne kadar Kemalistler Osmanlıcada “Kürt lisanını” dillendirmeseler bile tarihsel veriler Kürtçenin Osmanlı sarayında ve Osmanlı toplum yapısının  kamusal alanında yaygın olarak kullanılan bir dil olduğu aşikardır.
Kemalist rejimin tasavvuf ve sufi müziğine olan düşmanlığı bu ideolojinin Türklüğü önde tutan bir “islam” inancını benimsediğini göstermektedir. Kemalist anlayış, önce Türk sonra Müslüman kalıbını yerleştirmek için çok çaba gösterdiği bilinmektedir. Kemalistler ve ırkçı olmayan, mutedeyin kesimler arasındaki kırılma noktalarından birisi de bu ideoloji farkıdır. Kemalişstleri dini “ümmet” ve “cemaat” anlayışından uzaklaştırıp “Türklük ve Milliyet”esasına oturtmak istemiş olmalarını hoş göremeyen dindar kesimler de rejimin gazabına uğramış; sonuçta bu zorbalığa dayanamayan bir çok kişi bu ideolojiye boyun eğmek zorunda kalmıştır.
Kemalistler daha da ileri giderek, dört mezhepten Hanefiliği,”Türke” yakışır görmüş diğerlerini ötelemiş öyle ki, camilerde bu gün dahi, tüm namazlar bu anlayışa göre kıldırılmaktadır. Diyanet İşleri başkanlığı Hanefilik mezhebini esas almaktadır. Oysa ki Kürtlerin tümü Şafiidir ve ibadetlerini o mezhep anlayışı ile ifa etmektedir.
Kürtler ve diğer mezheplerdeki kişiler Hacca giderken zorunlu olarak niyet edip Hanefi mezhebine geçici olarak ilhak etmek zorundadır. Ezanı da Türkçeye çevirip kendi dilinde din anlayışını topluma empoze etmek isteyen Kemalistler bu noktada halktan fikren de olsa bir kopuş yaşamıştır. Bu kopuşun farkına varılınca uygulama geri alınmıştır.
Günümüzde ünlü bestekar ve sanatçı Fazıl Say ,başta olmak üzere Bedri Baykam ve bir çok sanatçı  kendilerini “cumhuriyet çocuğu” olarak adlandırıp övünmektedirler. Onlara göre Atatürkçü olmak bir ayrıcalık ve bir erdemdir. Bu kişiler her keresinde Kemalist olmakla gururlanıp olmayanlara ise ateş püskürtmeyi marifet saymaktadırlar.
Son zamanlarda adından sıkça söz edilen sanatçı Fazıl Say, geçmişten beri etiketli olduğu “imtiyazlı” kişiliğine dayanarak, arabesk müzikçileri ihanetle suçlamış, bu sanatçıların müzisyenliklerine dil uzatma cesaretini kendinde bulmuştur. Bununla da yetinmeyen Fazıl Say halkın “dini” inançlarına karşı öfkesini dışa vurmuş ve bu nedenle yargılanmıştır. Arabesk müziğe çok öfkeli olan Fazıl Say’ın  aslında Arabesk müzikten korkmasının altında yatan tek neden bu coğrafyada günün birinde  müzikler aslına rücu ettiğinde onun “ imtiyazlı halinin” yok olacağı kaygısı yatmaktadır.
Bestekar Fazıl Say, pervasız ve fütursuz bu ülke insanlarının müzik zevkine ve beğenisine öfkeleniyor. O ,bu ülkenin çok uluslu ve çok kültürlü olabileceği gerçeği ile yüzleşmekten korkuyor.
Artık sağır sultanlar da çok iyi biliyor ki,  Türkiye çok uluslu bir ülkedir. Mevcut  “Misaki Milli” esas alındığında, Türkiye kısmen de bir Ortadoğu ülkesidir. Daha da önemlisi Türkiye altı yüzyıllık Osmanlı yönetiminin “enkazı” üzerinde bina edilerek vücut bulmuştur. Bu nedenle bir çok kesim sırası geldiğinde  Osmanlı mirası ile övünmüş ve bu mirası “ulusal gurur” gibi görmüştür.
Toplumu düzenleme telaşı içinde olan Kemalistler, eklektik bir biçimde, ret ve inkarla yeni bir “üst kimlik ”  inşa ederek  oluşturdukları  Türkiye’yi, halis muhlis “Türk” halkından oluşma bir marka olarak lanse etmişlerdir. Ancak güneş balçıkla sıvanamamış ve farklılıklar her yerde varlığını göstererek bir çok kez tekçi rejimin sinirlerini bozmuştur.
Bu nedenle Fazıl Say, aslında beyhude bir uğraşa dalmış görünüyor. Fazıl beyin çabaları boşuna. O bu gün mumla da  arasa Türkiyede  öz ve homojen bir “Türk” nüfus bulamaz. Bu nedenle Bay Say’ın kalkıp Arabesk müzik yapanlara hain ve kötü demesi onu halk nezdinde  değerli kılmaz.
Kuşkusuz Fazıl Say yetenekli ve çağdaş bir müzisyendir. O bu topraklara ait olmayan bir estrümanla klasik batı müziği eser icrası alanında bir dehadır. Ne var ki, kimse çıkıp Fazıl Saya” Batıbesk” ya da o anlama gelen başka bir tanımlamada bulunup ona yaban otu demedi, demiyor da. Fazıl Say kendisini Atatürkçü olarak ad ediyor ve ona benzemeyen her kesi yadırgıyor. Bu kısır, dar ve kadük bir anlayıştır. Bu tür anlayışların miladı geçti, zamanı doldu. Artık Fazıl Say da bilmelidir ki bu ülkede Kemalizim geçer akçe olmaktan çıktı, Atatürkçülük ve Türkçülük artık kimseye “imtiyaz” sağlamıyor.
Kemalistlerin öfke duyduğu tasavvuf müziği Orta doğunun yaşam mantalitesine uygun şekillenmiş bir müziktir. Nüfusunun büyük bir kısmı Müslüman olan bu bölgede hemen her ulusun yaşamında ve ulusal kültüründe önemli ölçüde İslam kültürünün izlerine rastlamak mümkündür. İslam inancının yeşerdiği coğrafyada iletişim dilinin Arapça olması nedeni ile Kuran dili de Arapçadır. Yani İslam dininin resmi dili Arapçadır ve bunun böyle olması bir rahatsızlık da yaratmamıştır.

KEMALİZMİN ”ARABESK” VE KÜRTÇE MÜZİK TEDİRGİNLİĞİ

Osmanlı coğrafyası inanç temelinde şekillenmiş bir toplumdu. Hal böyle olunca müzik de diğer etkinlikler gibi büyük ölçüde halkın dinsel inanç kültüründen etkilenmiştir. Müsiki eserleri İslam kültürünü zenginleştirmeye ve yaşatmaya yönelik olmuştur. Ayinler, mersiyeler ve yakarışlar, ve hatta mevlit ve ezan dahi müziksel bir anlayışla icra edilmiştir. Saba makamında ezan okunmuş, aruz ölçüsü ile yazılmış olan tüm şiirlerde ölçü ve kafiye ve aruz kalıplarına harfiyen uyulmuştur. Dinin dili Arapça olduğu için de Arap dil kalıpları edebi ürünlerde kendini göstermiştir.
Tasavvuf müziği Osmanlının vazgeçemediği hatta çok önem verdiği bir müziktir. Dergahlarda icra edilen bu müzik devlet tarafından beslenerek ciddi şekilde müzik eğitimi yapılmıştır. Öyle ki Osmanlı padişahları kendi haremlerinde cariyelerine  bile müzik dersleri verdirmişlerdir. Osmanlı sarayında bizzat bu konuda öğretmenlik yapmış bestekarlar arasında önemli simalar da var.
Saray müziğinin  en önemli kurucuları ve icracılarının en başında Dede Efendi ve Hacı Arif Bey gelmektedir. Bu üstadların ikisinin de Kürt olduğu bilinmektedir. Ancak bu gün hiç bir “ Türk” tarih belgesinde bu iki üstadın Kürt olduğuna dair bir bilgiye rastlanmıyor. Bu iki zatın “Türk Musikisine”  katkılarından ve hizmetlerinden söz ediliyor ancak iki bestekar da “ Türk” olarak lanse ediliyor.
Türk sistemi bunu hep yapıyor.Geçmişten günümüze  Selehaddinê Eyubi’den tutun da Seîdê Kurdî’ye kadar, bir çok Kürt kimlikli tarihi şahıs hep “Türk” olarak gösterilmiş ve Türklük adına övünç kaynağı olarak ifade edilmişlerdir.
Kemalist rejimin tehdit algısı olan Kürtlere ait yaşamsal olan her şey ret edilmiş, manipülasyona ve asimilasyona uğratılmıştır. .Kürt dili, kültürü ve edebiyatı alanındaki “özünden uzaklaştırma” harekatı aynı kararlılıkla Kürt müziği alanında da kendini göstermiştir.
Rejim Osmanlı  saraylarında büyük bir değer görmüş olan saray müziğine “arabesk” diyerek  kendi sistemine “laik” görmemiştir. Araplar ve Farslar Osmanlıdan ayrılıp kendi devletlerini kurdu. Doğal olarak bir üst yapı kurumu olan sanatlarını da asimilasyon ve manipülasyondan kurtarmış oldular.
Ancak Kürtler bakımından durum farklıydı. Kürtler ne Osmanlı zamanında ne de cumhuriyet döneminde devlet olma, kendi kaderini özgürce belirleme şansı bulamadılar. Kökü tarihin derinliklerine varan Kürt dili ve kültürü ise oryantal değerlerine uygun olarak özgürce gelişemedi. Zengin bir hazineye sahip olan Kürt müziği ise yağmalandı, tahrif edildi, manipüle edilerek aidiyetinden ve  özünden koparıldı.
Cunhuriyet döneminde, başta  M.Sarısözen olmak üzere, Celal Güzelses , Mehmet Özbek ve İzzet Altınmeşegibi sanatçılar rejimin talimatı ile Kürtçe müzik eserlerini halkın arasından toplayıp onlara Türkçe sözler yazarak ya da tercüme ederek aynı makamda kalmak koşulu ile halka Türk Halk Müziği adı ile sunarak ciddi tahribatlar yapmışlardır. Bu da yetmezmiş gibi on binlerce Kürt halk şarkısı toplanarak Genel Kurmayda arşivlendi. Kürtçe konuşmaya para cezası verilen bu dönemde  yoksul halk kendi şarkısını da söyleyemez oldu. Kemalistler böylece Kürt müzik dağarcığını yok etmeye çalıştılar. Ne var ki tam anlamı ile amacına ulaşamayan rejim bu kez de Kürt Müzik eserlerini yörelerine göre tasnif etmek sureti ile halka arz ettiler. Muş yöresi, Erzurum yöresi, Bitlis yöresi vb.gibi.
Keza Kürt coğrafyasının değişik yerlerinde çok az sayıda da olsa “Kürt” olmayan etnik kesimlere mensup azınlıklar da var. Doğal olarak bu kesimlerin kültür ve sanat daracığı da mevcut. Örneğin Erzurum’da ya da Kars’ta Azeri kökenli vatandaşlar var ve genel nüfusa oranla çok azınlıktalar. Yıllarca Kürt sanatı ve müziği yasaklı olduğu için sanat ve müzik denilince o yörelerde Azeri eserler akla gelmiştir. Bu durum hem Kürt müziğini yok sayan hem de algı kayması yaratan sonuçlar doğurmuştur.
Kürt müziği alanında bu yağma ve talan devam ederken diğer yandan da rejim, Arabeski bir suç, bir kabahat ve kusur gibi gösteriyordu. O var olan müzikten Osmanlı izlerini silmek için çok çaba gösterdi. Müzisyenlerin tasavvuf ve ayin müziklerinden vazgeçmeleri için ciddi çabalar harcadı. Öyle ki neyzenler müzisyen olarak bile görülmediler. Çünkü Ney ayini ve dinsel müziğin temel enstrümanı olan nefesli bir çalgıdır. Osmanlı döneminde daha çok dergahlarda ve Mevlevihanelerde Ney eşliğinde “ sufi”  müziği yapılmaktaydı.

“TÜRK MUSİKİSİNİ”  (ALATURKA) VAR EDEN KÜRT MÜZİSYENLER

Burada hemen belirtmek gerekir ki dünyaca meşhur ve her biri bir “ekol” oluşturarak bu güne dek hep anılmış olan Kürt müzisyenlerden Osmanlı coğrafyası dışında yaşamış olan biri de var ki ünü dünyaca konuşulmaktadır. Musullu yoksul bir Kürt köylüsünün oğlu olan Hasan ,namı diğer ZERYAB dokuzuncu yüzyılda yaşam koşullarının güçlüğü nedeni ile ülkesinden ayrılmış ve Endülüse (İspanya) yani İber yarım adasına yerleşmiştir. Zeryab burada Gitarve Ud cihazlarının farklı versiyonlarını bulmuş, yeni bir müzik ekolü yaratmış ve bu ekol bugünkü FLAMENKOmüziği olarak bilinen ekoldür. Zeryab bu günkü Flamenko müziğin babası ve mucididir. Tüm Akdeniz ülkeleri Zeryab’tan övgü ile söz etmekte ve kimi yerlerde okullarda, ders kitaplarında Zeryab okutulmaktadır. Doğum ve ölüm yıldönümlerinde törenler yapılmaktadır. Ancak ne yazık ki Kürtlerin pek azı bu büyük müzisyenden haberdar. Bu gün Kürt müziğinde Zeryab ekolünü sürdüren ve onun geliştirdiği tarzda müzik yapan Gani Mirzo ve Husen Hesen adlı müzisyenler sürdürmektedirler.( Daha geniş bilgi için bak: Latif Epözdemir: İber Yarımadasının sallayan Kürt Zeryab ve İrfan Gülerin Serbesti dergisindeki  makalesi)
Türkiye’ye dönecek olursak İstanbul, jeopolitik konumu nedeni ile önemli bir kent olarak anılır.  Bedeninde üç büyük ve kaddim imparatorluğun izlerini taşıyan kent, Cumhuriyet rejimi bakımından da önemini korumuştur. Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de kültürel, sanatsal  ve edebi yaşamında önemli bir yarımada olan İstanbul Asya ve Avrupayı birbirine bağlamakta ve adeta bir köprü görevi görmektedir. Bu tarih boyunca hep böyle olmuştur.
Kürt aydınlanma hareketlerinin de merkezi olan İstanbul’da 1453 ten beri Kürtlerin varlığı tarihsel verilerle kanıtlanmıştır. Bu gün  Dünyada Kürt nüfusun en fazla olduğu kent İstanbul’dur. Nerdeyse kent nüfusunun dörtte biri Kürt asıllıdır. İstanbul, öteden beri Kürt aydın ve öğrenci yoğunluğunun yaşadığı kent olarak bilinir. Kürtlerin bu kentte Kürt kimliği ile , dernek ve örgütler kurduğu, Kürt gazeteleri çıkardığı,  kültürel ve sanatsal etkinlikler ile   yazınsal uğraşlar verdiği bilinen bir şeydir. İstanbul Kürtler bakımından  da bir kültür ve sanat  merkezi olmuştur.
Elit Kürt tabakası İstanbul’da konuşlanarak Avrupa’ya kulağını dayamış, çağdaş uygarlık esintilerini omuzlayarak kendi coğrafyasına aktarmıştır. Kürtler İstanbul boğazını sevmiştir.
Çağdaş Kürt şiirinin babası Abdulla Goran’dan tutun da Haci Kadir Koyi’ye kadar bir çok yazar ve edip bu kentte yaşam sürmüştür. Kürt aydınlanma hareketinin yılmaz neferleri olan Bedirhanilerin mezarı, Karacaahmet mezarlığında, bu ailenin öğretmeni olan Haci Kadir Koyinin mezarı keza aynı yerdeki “aile kabristanındadır.”
Değişik zamanlarda farklı kesimlerden gelen bir çok Kürt ile, önemli ölçüde şair, yazar, siyasetçi, müzisyen ve bestekar İstanbulda yaşamış ve önemli eserler meydana getirmişlerdir. Örneğin;1453 yılında Fatihin danışmanı olarak tarihe nam salmış Mela Goran ( Molla Gürani),Kanuninin baş kaptanı deryası olan Barbaros Hayrettin Paşa ile serkadı Ebu Suud Amidi  Kürt  asıllı devlet adamlarıydı. Keza Yavuz Sultan Selim ile bir federasyon anlaşmasına imza atmış olan beylerbeyi İdrisê Bitlisi ve ailesi,  İstanbul Eyüp’te yaşamış ve orada gömülmüşlerdir. 160 yıl ömür sürmüş Zaro Ağa da aynı mezarlıkta yani Eyüp mezarlığında yatmaktadır. Kürt-Osmanlı federasyonunun maliye bakanı olan Defterdar Mehmed EfendiMehmet Zekai Dede, Haci Arif Bey, Buhurizade Çiçekçi ( İTRİ) Mustafa Bey, Nefi, Nalî, Nabi, Nedim, Siyapuş, Mevlanzâde Rif’at Bey, Piremêrd, Abdullah Cevdet, İshak Sikuti, Şükrü Sekban, Arvasiler,Yusuf Ziya Bey, Seyit Abdulkadir, Abdullah Goran, Bedirhanniler, Cibranlı Halit Bey, Memduh Selim Bey, Babanzadeler, Cemilpaşazadeler, ve daha bir çok Kürt aydın ve sanatçı İstanbul’da ömür sürmüş ve Kürt özgürlük yoluna çıra yakmışlardır.
Kürt sanat adamları İstanbul sanat merkezinde önemli eserlere imza atmışlardır. Özellikle de müzik alanında “ekol”ler oluşturup adlarını tarihe kazımışlardır. Haci Arif Bey sanat müziğinde “Kurdi” “Muhayyer Kurdi” “ Kürdilihicâzkâr”  makamı ve “müsemmen”  usul  makamını,, Mehmet Zekai Dede Efendi “Araban Kurdi” “Bayati” “ Buselik” makamını bulmuş ve icra etmişlerdir. Keza Kürt asıllı olduğu savlanan   Buhurizade Mustafa İtri  ise “Neva” makamnı  kurmuş, ve buna benzer bir çok usulü bulup inşa ederek tasavvuf müziğine önemli katkılarda bulunmuştur. Nefî, Bakî, Nedim ve Nabî gibi  ad ve mahlaslar kullanmış olan divan şiirinin önde gelen kimi şairlerinin de Kürt oldukları anlaşılmaktadır. Bu şairlerin bir çok şiir ve gazeli andığımız bu üç yorumcu ( Hacı Arif Bey, Buhurîzade Mustafa Itrî ve Mehmet Zekaî Dede Efendi) ve bestekar tarafından yorumlanmış ve saraydan tasvip ve beğeni almıştır.
 Kuşkusuz ki bu unutulmaz sanatçılar etnik kimliklerinden ziyade daha çok yetenek ve hünerleri ile ön planda olmuşlar. Osmanlı bakımından etnik yapı bir adım geride seyrettiği için bu üç Kürt bestekar sadece islami kimlikleri ile tanınırlar. Osmanlı dönemindeki Kürt bestekarlar da adına “Osmanlıca” denilen ve beş yüz yıldan fazla egemen resmi dil olarak yaşam sürmüş olan dille müzik icra ettiler. Lakin müzik Osmanlıda sarayın himayesindeydi ve müzisyenler sarayın gözetimindeydi.
Bu gün Kürt kimlikli olduğu halde ve hatta çok iyi Kürtçe bildikleri halde kendi dillerinde müzik yapmayan bir çok sanatçı var ki “Türk” müzisyen olarak bilinir. Keza Kürt oldukları halde günümüzde Türk sanatçı olarak bilinen İbrahim Tatlıses, Mahzun Kırmızıgül, Ali şan, İzzet Yıldızhan, Özcan Deniz, Ahmet Kaya, Emrah, Nesimi, Daimi, Davut Suları, Yıldız Tilbe, Ebru Yaşar, Hülya Avşar ve onlarca sanatçı  müzisyen kimlikleri ile beğeni görüp tanınırlar. Yaptıkları müzik Türkçe olduğu için de Türk müzisyen olarak ad edilirler. Bu sanatçılar bakımından da Kürt kimlik sahiplenmesi ne yazık ki rejimin baskıcı yapısı nedeni ile gerçekleşememiştir. Ahmet Kaya olayı bir ibret vesilesi olarak gösterilmiştir.
Osmanlı zamanındaki Kürt bestekarlar Mevlevi kültürünün konuşlanması konusunda da önemli hizmetler vermişlerdir. Mevlevihanelerde “ sufi ve tasavvuf “  müziklerinin icrası ile bu geleneğin inşası konusunda ciddi çabalar göstermişlerdir. Özellikle Mustafa İtrî’nin  Segah Bayram Tekbiri, Segah Salat-ı Ümmiye, Cuma Salatı, Dilkeş-haveran Gece Salası, Rast Mevlevi "Na't-ı Mevlana"   adlı eserler tüm İslam dünyasında beğeni toplamıştır. Ama hepsinden önemlisi ITRΠbugünkü  “salat” ve “ezanı” bestelemiştir. Bu nedenledir ki o dönemlerde Kürt Sûfî’ler  Osmanlı Padişahları tarafından taltif edilerek saygınlık kazanmışlardır.
Makam Arapçada “ayakta durma” anlamına gelir. Bu gün adına Türk Musikisi denilen Türk Sanat müziğini ayakta tutan bu üç önemli bestekar ( ITRÎ,DEDE EFENDİ VE HACI ARİF BEY), bir çok makam ve usul yaratarak “Türk Musikisi”ne  kazandırmışlardır.
Kürt olduğu savlanan ünlü müzik öğretmeni Hamâmîzâde İsmâil Dede Efendi’nin öğrencisi olan ve  Osmanlı döneminin  en son Mevlevi bestekarlarından  Kürt Dede Efendi’nin en önemli eserleri “Hisâr-Bûselik”, “Şehnâz-Bûselik”, “Hicazkâr” fasılları, “Ferahnâk Beste”, “Acem-Aşîrân Beste”, “Sûz-i Dil Semaî, olarak tarihe geçmiştir. Zekai Dede “Araban Kurdi” makamını bizzat kurmuştur. Bu ünlü bestekar  Bayatî-Bûselik terkîbini kullanan ilk bestekardır.
Bir diğer bestekar Buhurîzade Mustafa Itrî’dirUNESCO,36. Genel Konferans’ta, 98 önerinin kabul edilmesiyle Türkiye’nin teklifi olarak 2012 yılını Kürt şair ve Urfalı  Filozof Yusuf Nabi (1641-1712) ile Bestekar Buhurizade Mustafa Itrî’nin (1640-1712) Ölümlerinin   300. Yılında anılmalarını kabul etti.  Itrî sözleri  Fars şair Şirazi’ye ait olan ünlü şiir “Kar’” kendi kurmuş olduğu “Newa” makamında bestelemiş ve bu nedenle ”Newakar” olarak nam salmıştır.
Kürt müzisyenler tarafından bulunup içre edilerek, Türkçüler tarafından “Türk Müziğine” tabi kılınan Kürt Müzik Makamları şunlardır: Aşketza, Şewketza, Gulazer, Buselik, Kürdî, Rast, Hüseynî, Nevâ, Beyâtî, Hüzzam, Mâhur, Nihâvend, Sultânîyegâh, Ferahnâk, Hicazkâr, Kürdîli-Hicazkâr, Araban Kurdi, Muhayyer-Kürdî, Acem-Kurdî, Sabâ, Zemzeme, Şehnaz, Ferahfezâ, Gerdâniye, Evcârâ, Bestenigâr, Sazkâr, Nişaburek, Çargah, Segah, Dügâh, Yekgah, Buselik, Şehnaz Buselik, Tâhir,  Bûselik…
“Türk Sanat Müziği “ ndeki Kürt usulleri ise şunlardır.: Çeng-i Harbî ,Düyek, Ağır Düyek ,Nazlı  Çifte ,Düyek , Darb , Gülşen , Kadîm,  Firengi Fer ,F e r , Hüner Darbı , Raksan , Heft ta ,Nim Devir ,Mevlevi Devri Revani- Devri Revan  ,Devri Kebîr, Nim Evsat , Evsat ,Dilruba, Şirin , Çenber ,Ağır Çenber  Nim Berefşan  , Berefşan  , Nim Hafîf  , Hafîf  , Nim Sakîl  , Sakîl ,Remel , Zencîr , Darbı Kürdi
Ünlü müzisyen ve bestekarların şiirlerini bestelediği ve İstanbul’da da yaşam sürmüş olan kimi Kürt şairler de şunlardır.: Baki, Nefİ,  Nalî, Yusuf Nabi, Nedim, Mehmet Zekai Dede Efendi, Buhurizade Mustafa İtri, Haci Arif Bey,  Delalzade İsmail Efendi, Şakir Ağa , Siyapuş,  Eyyubî Mehmed Bey, Hamdi Efendi, Kurdi, Wefai, Pîremêrd, Abdullah Goran, Haci Kadirê Koyî ve daha bir çok Kürt edip ve şair İstanbul’da yaşam sürmüş ve eserleri Kürt müzisyenlerce bestelenmiştir.


KAYNAK: (Latif EPÖZDEMİR / [email protected])


Haber Ara