İslam, İslamcılık, siyaset
Son günlerde İslamcılık üzerine peş peşe yazılar çıktı. Bulaç, Türköne neredeyse dizi şeklinde konuyu tartıştılar. Murat Güzel, Necdet Subaşı, Etyen Mahçupyan, ... gibi isimler tartışmaya dâhil oldular.
13 Yıl Önce Güncellendi
2012-08-13 16:21:33
İslamcılığı tartışırken acaba İslam’la İslamcılık arasında bir mesafe var mıdır? Gerek Bulaç gerek Türköne İslamcılık için tarih olarak 19. yüzyılın ikinci yarısını verdiklerine, İslam ise bin dört yüz küsur yıldır var olduğuna göre, bu mesafe kaçınılmaz… Mesele sadece süre de değil. İslamcılık, esas itibarıyla, aralarında derin farklar olsa da kendisiyle aynı yüzyılda hayat bulan sosyalizm ve milliyetçilik gibi belli tarihi şartların ürünü olarak ortaya çıktı. Farklar dedik ancak, aynı tarihî şartların ilham verdiği benzerlikleri de atlamamak gerekir. Farklar malum. Benzerlik dediğimizde ise İslamcılık da tıpkı bu iki ideoloji gibi siyasal iktidarla ilişkili olduğu kitleler arasındaki bağ meselesini, mütekabiliyeti cevaplanması gereken bir alan olarak görmüştür. Siyasal iktidar kitlelere ait olacağına göre, iktidarla kitleler arasındaki bağlar nasıl kurulacaktır? İstişare, müşavere, meclis, nihayet sonradan bunlara eklenen demokrasi konuları bu dönemde ortaya çıktı. İktidarın İslami normatif niteliğinden öte bunu kitlelere taşıması, meşruiyeti halk temelli inşa etmesi gerekiyordu. Artık kamuoyunun, kitlelerin, seçimin, meşruiyetin kitlesel boyutunun önem kazandığı bir dönemde, İslamcılığın bu değeri yüksek siyasi konulardan kendisini uzak tutması beklenemezdi. Esasen İslam’la İslamcılık arasındaki farkların tam burada oluştuğunu söyleyebiliriz. Siyasetin asabiye üzerinden anlam kazandığı, bu asabiyeyi kabilelerin ya da bir iktidar grubunun üstlendiği bir devirde Peygamber Efendimiz şüphesiz yüksek prestiji ile siyasal iktidarı da üstlenmişti. Fakat ondan sonra gelen dört halife döneminde “iktidarın kimin hakkı olduğu” meselesi normatif olanla pratik olan arasındaki makas sebebiyle hep tartışmalı oldu. Dört halifeden iktidarı kısa olan Hz. Ebu Bekir’i saymazsak, diğer üçü şehit oldular. Sonra da Emeviler ve Abbasiler, normatif olanı bir yana bırakıp sosyolojinin desteklediği bir pragmatizmle asabiyeyi öne çıkarttılar. ‘İslam’da hanedanlık var mı?’ şeklindeki yarı itirazcı normatif soru ile fiilen hanedanlık olarak yaşanan bir İslam tarihi arasındaki fark üzerine daha fazla düşünmek gerekir. Nispeten İslami sayılan Osmanlı İmparatorluğu da bundan vareste değildir.
Tarih üstü mesajlara havi Kur’an-ı Kerim’in belli bir yönetim modeli zikretmemesi ve vurguyu normlara vermesi olağan. Yüz elli yıllık İslamcılığın da önemli bir meselesi böylelikle, normlarla birlikte, o tarihi şartlarda nasıl bir yönetim modeli? olmaktadır. Normları en iyi pratiğe taşıyacak, aynı zamanda zamanın ruhuyla barışık olacak yönetim modeli? Elbette İslamcılığın yegane ilgi alanı “siyasal iktidarın” biçimi değil. Ortaya çıktığı tarihi şartlarda zihni temrini geniş zamanlı bir fantastik durum olmaktan çıkartan muaccel şartlar vardır. Osmanlı’nın vaziyeti, İslam dünyasının meydan okuyan modern Batı karşısındaki geriliği, cihat vs. Bu da İslamcı çizgideki okuryazarları normlardan dünyaya ulaşan değil tam tersine kendisini dayatan bir dünya gerçekliğinin cevap arayan sorunlarının ışığında normlara uzanan bir akletmeye götürmüştür. İmparatorluk yıkılırken İslamcılık buna nasıl bir cevap verecektir? Ya da işgal edilmiş bir İslam ülkesinde dini referanslar bu işgale karşı nasıl bir kompozisyonla ortaya çıkacak, kitlelerle bağ kuracaktır? Takdir edileceği gibi kendini dayatan şartlardan bağımsız İslamcılık üzerine düşünmekle, ateşte yanarken çare aramak arasında mühim farklar vardır.
HOMOJEN İSLAMCILIK
Bulaç, Müslüman olan herkesin kaçınılmaz olarak İslamcı olduğunu beyan ediyor. Ancak İslamcılığın ne olduğu konusunda daha tedirgin bir şekilde “bana göre” diyerek bir tanım getiriyor. Haklı. Öyle anlaşılıyor ki Bulaç İslamcılık derken, kendi tanımından daha geniş bir daire çiziyor fakat kendi bakışını da bu dairenin içinde bir yere yerleştiriyor. Bizzarure İslamcı olanların da mutlaka Bulaç gibi düşünmesi gerekmiyor. Yukarda kısaca işaret ettiğimiz nedenler dahi homojen bir İslamcılığın gayri mümkün olduğunu ortaya koyar. Zaten gelenekçiler, modernistler, selefiler gibi adlandırmaların ötesinde hayatın içinde İslamcılığın çok daha renkli, farklı girişimleri olan bir yelpaze olduğu ortada. Ahmet Akbar, İslam ülkelerine bir ekiple birlikte yaptığı gözlem ve araştırma seyahati neticesinde üç tür İslamcılık tespit etmişti. Gelenekçi İslamcılar, tasavvuf eksenli İslamcılar, modernistler. Zihni olarak ideal stereo tipler tespit etsek bile, hayatın bunlar arasında çeşitli girişimler doğurduğunu unutmamak gerekiyor.
İslamcılık tartışmalarında mühim bir konu, İslamcılığın her türünün Batı ve modernizm karşısında müdafaaya dayalı bir iklimin, ruh halinin, tedirginliğin, nihayet yine ona karşı meydan okumanın etkisinde kaldığı hususudur. Sadece politik değil fikri egemen/tabi olan ilişkisini yankılayan bir zeminin (ki bir ölçüde kaçınılmazdır) ne tür problem doğurduğu, üzerinde durulması gereken bir meseledir. Bu aşılmayacak mıdır? Aşılabilmesi, en temelde İslam ülkelerinin toplamdaki gelişmişlik düzeyinin bir neticesi olacaktır. Tarih bize, hiçbir iktidar biçiminin ebedi olmadığını gösteriyor.
Elbette sadece buna bel bağlanmayacak, çeşitli İslam ülkelerinde görüldüğü gibi gelişmek, nihayet bu gerilimi aşmak için olağanüstü bir seferberlik yaşanıyor. Bugün ve yakın geçmiş için mevcut iktidar gerilimi eksenindeki tecrübenin bu yeni dönemde önemli bir rol oynamasını beklemek lazımdır. Bir başka husus, İslam’ın normlarıyla pratik hayatın arasındaki bin dört yüz küsur yıllık tarihin işaret ettiği bir mesafeyi dikkate almak, İslamcılık tartışmalarını, eleştirilerini bu mesafenin gerçekliğinde daha toleranslı yürütmektir. Bugünün kısa zaman dilimi içinde yaşanan siyasi tecrübeyi esas alan, tecrübe sahiplerinin geçmişteki normatif iddialarıyla bugünün iktidar pratiğinde yaşanan sonuçları mukayese ile İslamcılık adına bir neticeye varmak, pek acele bir hükümdür. Fikirler, normlar elbette ilham verir, fakat gerçeklik gerçek hayat şartlarında inşa olur. Üzerine konuşulan süreci tamamlanmış, İslamcılık adına adeta tarihin sonuna ulaşılmış bir bakış açısıyla okumak, şu yüz elli yıllık tarihin gösterdikleri bakımından bile kabul edilebilir değildir.
Üçüncüsü, İslamcılık tartışması kadar bu tartışmanın hangi ülkede ne tür kesimler, gruplar, sosyal hikâyeler üzerinden şekillendiği meselesi de önemlidir. Tartışanları atlayarak tartışma üzerine akıl yürütmek kolay değildir.
Türkiye’de İslamcılığın yakın dönemde daha çok edebi alana kayması, taşıyıcı kesimlerin yokluğu ile alakalıdır. Öte yandan İslamcılık adına imali fikirlerin sahipleri kimlerdir? Serbest, fikri hür, sivil bir İslamcılık tartışmasına temel teşkil edecek entelektüellerin üretimi için öncelikle siyasi/sosyal yapının buna ne ölçüde cevaz verdiğine bakmak lazım. Türkiye’de olduğu kadar kabaca diğer İslam ülkelerinde de ağırlıklı olarak entelektüellerin ortaya çıktığı iki alan vardır: Devlet, basın yayın hayatı, kısmen de yine devletle ilişkili olmakla birlikte göreceli olarak bağımsız sayılabilecek üniversite. Bürokratik yapıya eklemlenmiş meslek sahiplerinin serbestçe fikir üretmesi beklenemeyeceği gibi, mesleği basın yayın olanların da, yaptıkları işin güncelliğinden, kitlelerle bağ kurmanın gereği olan iletişim dilinden, dikkatlerinden, popülerlik arayışlarından kaynaklanan engeller söz konusudur. Üniversitenin handikapları tıpkı diğer iki alan gibi ayrıca ele alınması gereken zorluklara sahiptir. Aslolan, serbest entelektüellerin teşekkül edeceği bir piyasanın varlığı, onların geniş okur kitleleriyle birlikte yükselmesidir. Bunun da modernleşmeyle, gelişmeyle, okuryazarlığın yaygınlaşmasıyla, insanların geçim derdinden kurtularak kültür, estetik, felsefe ile uğraşmalarıyla bağı vardır. İslamcılığın kendisini yeniden inşa edeceği hayat alanı tam da burasıdır ve kanaatimce bu şartların ortaya çıkışı geçmişten çok Türkiye’nin geleceğindedir. İşin sosyal hikâyesini ıskalayarak normlar ve sonuçlar üzerinden bir analiz her zaman eksik kalır.
Dördüncüsü, siyasetle İslamcılık arasındaki “nispeten” sıkı ilişki AK Parti’yle değil, (daha güncel bir okuma üzerinden gidersek) ondan önce 94 yılı sonrasında Refah Partisi ile kopmuştur. Milli Görüş o tarihten itibaren dönüşüme uğramıştır. Refah Partisi’nin 95 genel seçimlerinde kazandığı başarıyı analiz eden çok çeşitli pozisyona sahip kalemlerin, İslamcı değil aksine laik ve seküler bir parti yapısı, örgütlenmesi, yaklaşımı gördüklerini dile getirdikleri makaleler halen ortadadır. İslamcılık, siyasetle ilişkili yanı itibarıyla, aynı tarihî şartların ışığında hayat bulduğu sosyalizm ve milliyetçilikten ayrılmış, homojen ümmet için siyasal devlet formülünden, adil, hizmet gören, özgürlükçü devlet ve onun modern ikliminde kendi dinamikleriyle gelişecek bir sivil İslam tahayyül etmiştir. Bu siyasetin öncelikli işi değildir, siyasetin üzerinde yükseldiği şartlar da kaçınılmaz olarak, “İslamcılık bitti” tespitleri adına atıf yapılan dünyevî referanslara aittir. İslamcılığın entelektüel şartlarını, insan kaynağından tutun dünya ile olan ilişkisine kadar her türlü alanı siyasete indirgemek, siyasette tüketmek, bütünleştirmek, sonra da siyasal eleştiri üzerinden İslamcılık bitti iddiasında bulunmak, şu yakın geçmişte yaşananların bile tekzip ettiği bir durumdur. Kaldı ki siyasetin dünyeviliği ile adeta İslamcılığın uhreviliği gibi anlaşılabilecek bir karşıtlığın, cümlelerde yazıldığı gibi gerçek hayatta karşılığı olmaz.
BEDEVİLER HADERİ Mİ OLDULAR?
Beşincisi partilerle İslam arasında indirgemeci ve tüketici bağ kurma arka planı üzerinden AK Parti eleştirisi, hele hele bedeviler haderi oldular, şehirli hayatın nimetlerine daldılar türünden güncel polemikler için de ilham verici eleştiriler yersizdir. Haldun’a atıf yaptıktan sonra Bedeviler bizzarure haderi oluyorlarsa bunu bir eleştiri konusu olarak görmek, öyle ifade edilmese bile, romantik devrimci mitoslarla kardeş bir bedevi İslam algısına yaslanan bir zemine kapı açmak demektir. Aman haderi olmayalım’la kurallı olalım farklıdır, kurallı olmanın da önce yüzleşerek, içine girerek, eleştirileriyle birlikte haderi aşamayı yaşayarak ancak zamanla olacağını hesaba katmak gerekir. Kuşakların sirkülasyonu ile ilgili sık sık yapılan değerlendirmelerden birisi, birinci kuşağın yoksulluktan gelip para kazandığı, ikinci kuşağın sanatla, edebiyatla, entelektüel hayatla uğraştığı, üçüncü kuşağın yeniden yoksullaşarak işe baştan başladığı doğrultusundadır. İslamcılık, İslam medeniyeti dediğimizde, bunların en parlak şekilde hayat bulacağı toplumların o örtük eleştirilerin sahibi olan haderi umran aşamasındakiler olduğu atlanmamalıdır. Mimar Sinan, Kanuni zamanında ortaya çıkmıştır, tersi değil. İslam dünyasında en parlak entelektüel çabalar en güçlü olunduğu 9-11. yüzyıllar arasındadır.
Doğrusu İslamcılık gibi yüz elli yıla ulaşan bir birikimin, tartışmanın AK Parti’yle iktidar olan yeni muhafazakâr/toplumsal kesimlere yönelik haderileşme eleştirileri/tespitleri üzerinden artık sonlandığı iddiasında bulunmayı, bir parça, AK Parti’ye yönelik eleştiri eğilimiyle bağlantılı okumak yanlış mı olur? Hatta bunun bir adım ötesinde, eleştiri sahipleri için olmasa bile sosyal zeminde, “cipe binen başörtülü kadınlar” imgesi üzerinden geçmişteki eşsiz iktidar konumlarını kaybetmiş eski elitlerle sınırlı olmayan bir hayıf duygusu durmaktadır.
Politik/ideolojik konumları farklı olsa bile az çok o eski elitlerle birlikte benzeri statülere sahip olanlar, ideolojik kardeşleriyle statü kardeşleri arasında bulunan gri alana ait etkilendikleri unsurlar, mühim bir araştırma konusu olabilir. Aynı aile, kabile içinde dünkü eşitliği bozarak yükselen çevrelerin diğer akrabalar nezdinde doğurdukları “hissiyat”ın üstünkörü zikredilip geçilemeyecek benzeri sonuçlarını ideolojik akrabalıklar için analiz etmek önemli değil midir? 1 Mayıs’ta ortaya çıkan devrimci İslamcılar, başka nedenlerle birlikte, belki bir de bu açıdan ele alınmaları fantazya mı olur? Onların yoksulluğu, mülk hasımlığını yükselten “idealist” tavırlarını naif ama sempatik bulan entelektüellerimiz olmuştur mutlaka. Üstelik bu tür değerlendirmeler tarih içinde çok sayıda örneğe sahiptir. Benzeri çarpıcı bir örneği Ortaçağ sonrası Hıristiyanlık içinde gelişen Protestan hareketlerde görürüz. Luther, Calvin, Münzer, Hz. İsa’nın dönemindeki yoksulluğu övmüşler, günü eleştirmişler, fakat içlerinden sadece Münzer, yoksul köylülerin önünde bir direniş hareketine katılmış ve nihayet hayatını kaybetmiştir. Luther, Alman prensleriyle anlaşmış, Calvin ise Cenevre şehrinde despotik bir düzen kurmuştur.
İslamcılığı daha çok tartışacağız. Daha tutarlı akıl yürütmeler için bunu sağlayacak toplumsal kesimlerin genişlemesi önemli. Siyasal iktidarların belki de en önemli görevi, orta sınıflaşma, refah, dünyaya açılma üzerinden, her tür düşünceyi ve elbette İslamcılığı layıkıyla tartışabilecek yetkin bir sosyoloji oluşturmaktır. Sosyoekonomik gelişmenin en önemli kazançlarından birisi budur. Bugün İslamcılığı tartışan parlak kalemlerin, değişen Türkiye’nin sosyal hikâyesi içinde anlam bulan kişisel hikâyelere sahip oldukları unutulmamalıdır. Eğer hâlâ yüzde sekseni köylerde yaşayan, dolayısıyla kalem tutmak yerine muhtemelen elinde “önedere” tutmak durumunda olan insanların bu tartışmayı hiçbir şekilde yapamayacağı her türlü tartışmadan vârestedir.
Naci Bostancı / ZAMAN
Haber Ara