Dolar

34,9536

Euro

36,6443

Altın

3.004,35

Bist

10.020,24

Şiddet PKK için zorunluluk değil seçim

Fadime Özkan gazeteci Etyen Mahçupyan ile solcular ve demokratlar arasındaki tartışmayı konuştu...

14 Yıl Önce Güncellendi

2011-12-05 06:57:16

Şiddet PKK için zorunluluk değil seçim



Mahçupyan: Her siyasi aktör, seçimlerinin siyasi ve ahlaki sorumluluğunu almak zorunda. PKK şiddetinin sorgulanmaması şu an çözümün önündeki en büyük engel. Örgüt Kürt siyasi alanını da gasp etmiş durumda.



Türkiye entelektüelleri, evveli olmakla birlikte son haftalarda, PKK şiddetinin kol bacak kopartan, insan öldüren bir şiddet olup olmadığını, bu şiddete karşı tavır almanın, reddetmenin ahlaki mi siyasi mi bir tutum olacağını, devlet-Kürtler-PKK üçgeninde kimin mağdur, kimin muktedir olduğunu, kimlerin hangi maskeler ardında gizlendiğini, hangi siyasetin şiddet içerdiğini tartışıyor.



İyi de ediyor. Gecikmiş ama son derece gerekli ve verimli bir tartışma bu. Çünkü mağdur, muktedir, özgüven, şiddet, sorun, çözüm, siyaset, sorumluluk gibi kavramlar ve olgular gibi, olaylar ve aktörler de siyaseten ve ahlaken gözden geçirilmeyi, belki de temize çekilmeyi bekliyor.



Tartışmanın ne olduğunu, nasıl yürüdüğünü ve nereye evrileceğini Türkiye siyasetinin en iyi gözlemcilerinden biriyle, Agos gazetesi genel yayın yönetmeni Etyen Mahçupyan ile konuştuk.







Askeri vesayetin kaldırılması, darbeci zihniyetin geriletilmesi, demokrasinin gelişmesi gibi konularda aynı çizgide buluşan aydınlar arasında KCK davasıyla birlikte bir ayrışma yaşandı. Önce muhafazakâr demokratlarla, liberal demokratlar arasında gibi görünen ayrışma, gelinen nokta itibariyle sosyalist solcularla demokratlar arasında sürüyor. Niye oldu bu ayrışma?



Esasında bu ayrışma PKK’nın varlığı ve siyasi tercihleriyle ilgili olarak başlamıştı ama giderek daha berrak hale geldi. KCK da PKK’nın bir yapılanması, siyasi bir tercihi sonuçta. Ama muhafazakârların yaptığı şey hükümeti tutmaktan başka bir şey değil. Ne kadar demokrat oldukları konusunda da soru işareti taşıyorum. Yargıya ve hükümete güveniyor, sonucu bekleyelim diyorlar. Bu bir düşünce değil, bir siyasi tavır. Ama solcular ve demokratlar ise olması gereken nedir, doğru pozisyon nedir, meşruiyet nedir gibi sorular soruyor, değişik cevaplar veriyorlar.



SOLCULARIN TUTUMU AHLAKİ



Tartışma ağırlıklı olarak PKK’nın ürettiği şiddete alınmayan tavır üzerinden yürüyor. Nabi Yağcı, muktedir (devlet) sorunu bile bile çözmüyorken, eşit muamele yapamam, mağdurun yanında olurum diyor. Kürtlerin mağdurluğu PKK şiddetini haklı kılar mı? Geçmişte bir kere mağdur olmak onu ahlaken hep o haklı pozisyonda tutar mı?



Ortada bir mağdur varken ben o mağduru ne olursa olsun muktedirle eşitlemem ayıptır günahtır gibi bir yaklaşım olabilir. Bu ahlaki bir duruştur ama siyasi bir pozisyon değildir. Eğer o ahlaki duruşu siyasi bir pozisyona tercih ederseniz, mağdur olan ne yaparsa yapsın olabilir demeye gelirsiniz. Ve muktedir açısından mağduru suçlamak daha kolay hale gelebilir. O zaman da sorun çözülmez. Siz sadece kendi pozisyonunuzu aklamış olursunuz.



Hâlbuki sorun siyasetle çözülecekse, söylediğimiz şu: Her siyasi aktör siyasi sorumluluk taşır. Siyasiler her zaman neyi söyleyeceklerini ve neyi yapacaklarını seçerler. Seçim, bir ahlaki duruş olayıdır. O seçimi yapan, o seçiminin sorumluluğunu siyaseten taşınmak durumundadır. Evet, Kürtler mağdurlar. Ve Kürtlerin bir siyaseti var, PKK tarafından domine ediliyor. Bu, olası tek siyaset değil bir kere. Olabilecek siyasetlerden biri.



ŞİDDET PKK İÇİN BİR SEÇİM, ZORUNLULUK DEĞİL



Kürtler bunu tercih etti denebilir mi?



Zor çünkü bu tarihsel olarak çıkan bir sonuç. Ama PKK denen aktörün tercihlerinin siyasi sorumluluk taşıyan tercihler olduğunu görmek zorundayız. Diyelim ki parlamentonun açıldığı, anayasa komisyonunun toplandığı gün Silvan saldırısı oluyor. Bu bir tercihtir. Olmayabilirdi. Ya da farklı bir eylem yapabilirlerdi. Sivil itaatsizlik, yürüyüş, deklarasyon… birçok seçenekleri vardı. Namütenahi bir listeden bunu seçtiler. Ve bu eylemin, bu seçimin hiçbir sorgulamaya tabi tutulmaması Türkiye’yi Kürt meselesinde çözümsüzlüğe iten şeylerden biri bence. Çünkü şiddet kullanan bir mağdur olduğu müddetçe, muktedirin şiddet kullanması önemsizleşir. Muktedirin davranışı değişsin istiyorsanız, şunu soracaksınız kendinize, siz şiddet kullanınca muktedirin davranışı değişir mi? Değişmez, demek ki oyunun kuralı buymuş diye devam eder. Dolayısıyla burada siyasi sorumluluk mağdura, ahlaki sorumluluk muktedire düşüyor. Muktedir kendi yaptıklarıyla yüzleşmek, bunun hesabını vermek zorunda. Ama şu anda yarının siyasetini kim değiştirecek diye sorarsak, cevap: mağdur değiştirecek. Çünkü muktedir zaten değiştirmek istemiyor.



ÇÖZÜM SİLAH BIRAKMAKTA



Mağdur ne yaparsa muktedirin siyaseti değişecek?



MİT-PKK görüşmelerinde açıkça gördük ki, iki tarafta da yüzde 95 anlaşma var. Bu, aslında olay bitmiş demek. Yani Türkiye Cumhuriyeti devletini masaya oturtmuş olan bir PKK var. Doğru yöntemi seçebilirsen muktedir dünyanın gözleri önünde eski tutumunu devam ettiremez. Çünkü zaten kendisi çözüme evet dedi. Devlet istemese bile –ki bazı şeyleri yapmayı istiyor- bu reformları yapmak zorunda kalırdı. Devletin bunu yapmasını sağlamının yolu açık; silah kullanmayı geçici olarak bırakmak. PKK bu avantajı kullanabilseydi AB’den Amerika’ya bütün dünya madem anlaştınız, o zaman bu reformlar bir an önce hayata geçsin, Kürtçe eğitim tartışılmaya başlansın falan diyeceklerdi. Şimdi ne oldu? Kaç ay geçti, bu kadar insan öldü ve hala değişim yok. Kim kaybetti? Açık ve net olarak Kürtler kaybetti.



PKK MAĞDUR DEĞİL MUKTEDİR



PKK 30 yılın sonunda 36 ülkede örgütlenmiş, geniş bir network’ü, medyası, “ordusu”, Meclis’te temsili ve tabanda ciddi karşılığı olan, hatta sorunun ve bu alanın tek hakimi olma iddiasında bulunan bir örgüt. Bu haliyle PKK, Kürtlerin mağduriyetini gasp edip “muktedir”e karşı “mağdur” titrini kullanabilecek durumda mı?





Mağduriyeti nasıl tanımladığınıza bağlı. Eğer tarihi, sosyolojik, ahlaki bakıyorsanız evet Kürtler mağdur olmaya devam ediyor. Ama siyasi olarak bakarsak Kürtlerin mağduriyetinden söz etmek pek mümkün değil. Devlet ahlaken, PKK siyaseten sorumlu derken de uçlara çekerek söyledim. Tabi ki her ikisi de hem ahlaken hem siyaseten sorumlu. Ama burada birinin geleceği dönüştürmekte etkisi daha fazla. PKK siyaseten sorumlu ve eğer PKK siyaseti dönüştürecek güce de sahipse şu anda, onun siyasi mağduriyetinden söz etmek pek mümkün değil. Ayrıca Kürt dünyası içinde siyaset ne kadar var ve ne kadar özgür, soruları da var. PKK bu alanı domine etmiş durumda ve Kürtlerin bazı alt segmentleri PKK yüzünden siyaseten mağdur. Burada bazı katmanlar var. Ve bu durum PKK’nın sorumluluğunu daha da artırıyor. Çünkü oranın siyasi belirleyicisi PKK.



ÖRGÜT SİYASETEN AŞIRI ÖZGÜVEN SAHİBİ



Dolayısıyla Kürt siyasi alanının muktedirinin, mağdurlar yarattığını da görmek gerekir. Nabi Yağcı, mağdur ve muktedir arasında özgüven farkı olduğunu, mağdurun özgüvensizliği nedeniyle çözümün ondan değil muktedirden beklenmesi gerektiğini söylüyor. Sorum şu: PKK’nın bir özgüven sorunu var mı?



Özgüven bir siyasi bağlamda mı yoksa sosyolojik, psikolojik, ahlaki bağlamda mı olduğu konusunda fark var. Mesela Kürtler de, genel olarak Ermeniler de kendine güvensizdir. Çünkü başlarına gelen buncu şeyden sonra özgüvenli olmaları mümkün değil. Kamu personeli karşısındaki durumlarının ne olacağını, başlarına ne geleceğini mesela hiçbir zaman öngöremiyorlar. Hakarete uğrayıp uğramayacaklarını ve hakaret olduğu takdirde ne yapmaları gerektiğini bilmiyorlar. En uygun davranışın ağızlarını kapatıp gitmek olduğunu öğrenmişler. Bu zaten bir eziklik hali ve bu da devletin ayıbı. Bunun getirdiği tabi, bir psikolojik özgüvensizlik hali var. Ama iş siyasete ve siyasi aktörlere geldiği zaman PKK’nın özgüvensizliğinden bahsetmek bana çok abes geliyor. PKK, aksine son derece öz güvene sahip ve bu özgüven üzerinden de kendisine alan açan, dominasyonunu daha da artıran bir örgüt. Dolayısıyla eğer Kürt siyasetinin ya da Kürtlerin bir siyasi temsili olmasaydı, mesela Alevilere benziyor olsalardı, konsolide bir siyasetleri olmasaydı o zaman bu özgüvensizlik daha temel olurdu ve devlet çok daha fazla sorumlu tutulurdu. Ki bence Alevi meselesinde durum böyle.



PKK ve Kürtler meselesinde durum nasıl?



Burada bir konsolidasyon var, tek bir örgüt her şeye hakim. Üstelik, o tek bir örgüt silah kullanan bir örgüt. Kendi politikasını, stratejisini hiçbir engel tanımadan hayata geçiren, kendi şartlarını dayatan bir örgüt. O yüzden PKK’nın özgüven eksikliği olduğunu söylemek biraz garip. Dolayısıyla Nabi’nin dediği özgüven bahsinin ancak çok genişletilerek anlaşılabileceğini ve Kürt siyasilerinin de buna sırtlarını dayamaya hakları olmadığını düşünüyorum. Siyasete soyunan insanlar özgüvensizliklerini bırakmış insanlardır. Aksi halde siyaset yapamazlar, yapmasınlar. Ve PKK da zaten öyle değil, son derece özgüvenli.



BDP KİŞİLİKSİZ BİR SİYASET İZLİYOR



BDP’li vekillere özellikle son birkaç yıldır sorunun çözümü konusunda büyük bir ‘temenni’ ile bakıldı, inisiyatif almaları beklendi ancak alamadıkları görüldü. İmralı’yı işaret ettiler, kendilerini etkisizleştirdiler, ya da gerçekten durumları buydu. Ama netice itibariyle BDP’li siyasetçilerin ya da o kanatta, PKK hattında siyaset yapanların bir özgüvensizliğinden bahsedeceksek eğer, bu, dışarıdan yüklenen değil, bilakis onların kendi iç yapılanmalarından kaynaklanan bir özgüvensizlik olduğunu da görmek gerekmez mi?



Kesinlikle öyle. BDP kesinlikle özgüvensiz ve bunun nedeni Kandil’le İmralı. Bu özgüvensizliği Kürtlerin dışına çıkartarak kurtulmak mümkün değil. Şu anda Kürt siyasetinin çeşitli katmanlarında özgüvensizlik varsa –ki var- bunun giderilmesi iyidir ama o zaman PKK ile onlar arasındaki ilişkiye dönmek lazım. O nedenle oradaki özgüvensizlik, PKK’nın aşırı özgüveni yüzünden oluyor zaten. Ve esas dengesizlik, asimetri belki de orada. Bu öyle bir asimetri ki BDP’nin kendine has bir duruşu olmasını, özerkliğini, kişiliğini engelliyor. Ve giderek daha kişiliksiz bir sivil siyaset üretiyor. Bunun da bir siyasi bedeli varsa eğer, bunu da doğru yerde aramak lazım. Herhalde BDP’yi bu hale getiren Türkiye Cumhuriyeti devleti ya da AK Parti’nin tutumu değil. Evet, AK Parti’nin reddedici yanlış bir tutumu vardı ama karşısında daha özgür bir BDP olsaydı bu tutum geri teperdi, AK Parti geri adım atmak zorunda kaldı.



HÜKÜMET ÇÖZÜM İÇİN BDP’Yİ MUHATAP ALMALI



Diyelim ki, sivil Kürt siyaseti hareketinin Kandil-İmralı arasındaki sıkışmışlığı bir tercih değil zorunluluk. Onların özgürleşmesine, özgüven kazanmasına dışarıdan yardımcı olmak mümkün mü?



Orada yine de en fazla sivil çizgiyi takip edecek olan, etme ihtimali olan kurum BDP’nin kendisi. AK Parti’nin kolaycı bir siyaset izlediğini düşünüyorum. Diğerlerini muhatap görmediği andan itibaren, zaten bunların hepsi PKK’lı, uluslararası açıdan hangi ilişkilerin içinde oldukları belli değil, dolayısıyla burada muhatap alınacak herhangi bir aktör yok kanaatine vardı ve bütün bağlarını kopardı. Ama daha devlet geleneğinin içinden bakabilseydi, Osmanlı’daki siyaseti içselleştirebilseydi, Kürt siyasetindeki barışçı bir demokratik çözüm yolunun BDP’nin güçlenmesinden gideceğini görürdü ve bunu da doğrudan ve dolaylı eylemlerle yapabilirdi.



Nasıl?



Açık rutin görüşmelerle, hiçbir şey konuşmasalar, sırf çay içseler bile yan yana gelmelerle. İnsani meseleleri mesela Meclis’in işlemesiyle ilgili, Meclis’teki kantinin konusunu konuşabilirler. Tamamen insani ilişkiyi kurmak ve muhatap aldığını, ben buranın sesini ve sözünü önemseyeceğim, mesajını tüm diğer aktörlere verebilmek. Bu BDP’yi zor durumda da bırakabilirdi, geri çekilmesine de neden olabilirdi ama BDP’nin kendisini daha iyi hissetmesini, bu tür bir yola kendiliğinden girmesini de sağlayabilirdi. Bu tür bir şansın BDP’ye verilmesi gerekiyor. Hem bu şansı vermemek, hem de açıkça PKK altında ezilen BDP’nin kafasına kafasına vurmanın çok da mantıklı bir yöntem olduğunu düşünmüyorum.



PKK TABANINDA PSİKOLOJİK AYRIŞMA VAR



BDP üzerinden gidelim. “Mağdur” kendi sorumluluğunu ne kadar alıyor peki? Hem BDP yönetimi hem BDP’ye oy veren taban açısından -ki onların bazılarının dağa oğul-kız verdiklerini de dikkate alarak- soruyorum. Onlar, sivil siyasetin güçlenmesi, özgüven ve söz sahibi olabilmesi için, bu itilip kakılmanın sorumluluğunu ne kadar alıyor mesela, düzelmesi için gereğini yapıyor mu? Türkiye’de askeri vesayetin geriletilmesi için sadece siyasetçiler çabalamadı, çünkü bu yukarda oluşmuş aşağıya empoze edilmiş bir tavır ve kararlılık değildi, bilakis aşağıdan yukarıya yükseldi bu psikoloji…



PKK’nın tabanında en azından iki grup var. Biri aynen PKK gibi düşünen ve kendisini Kandil’deki biriyle aynı konumda gören, hisseden militan taban. Bir de oy veren, sonuçta bu Kürt siyasetidir ve desteklenmesi gerekir diyen sempatizan bir taban var. Bu ikisinin giderek ayrımlaştığını düşünüyorum ben. Siyaseten ayrımlaşmaları biraz zaman alabilir ama psikolojik olarak ayrımlaşıyorlar şu anda. Çünkü açığa çıkıyor ki şiddet kullanarak gidilecek yol hakikaten Kürtlere haklarını getirmeyecek. Başka bir siyasetin üretilmesi lazım. Bu siyasetin üretilmesi sorumluluğu da tabi ki siyasi aktörün kendisine düşüyor. Bu sorumluluk olayına farklı bakışlar, tartışmalar da başladı. Eskiden kepenk kapatma eylemi gönüllü yapılıyordu artık öyle değil, hatta kepenkleri kapatın diyenleri kovalıyorlar bazı yerlerde. Veya PKK’nın halka toplanın, şunu bunu yapın çağrılarına karşılık vermiyor insanlar. Bunu anlamlı bulmuyorlar. Dolayısıyla orada, PKK istese de istemese de Kürtlerin tabanında şu anda bir tür bireyselleşme özgürleşme yaşanıyor. Bu da eninde sonunda siyasete yansıyacak.



KEPENKLER GÖNÜLLÜ KAPATILMIYOR



Bundan birkaç yıl öncesine dek şehirlerde yüz binlerce Kürt sokağa çıkar, büyük kitlesel eylemler yapardı. Artık ne askeri operasyonlar ne KCK davasının ardından öyle eylemler ya da sokaklarda kalabalıklar yok. Bu durumu bahsettiğiniz ayrışma ve bireyselleşmeye mi bağlayalım, eskiden bu kalabalıkları motive eden harekete geçirenin KCK yapılanmasının çökertilmiş olmasına mı?



Bence benim dediğim şey çok daha kritik. Çünkü hatırlıyorum, birkaç yıl öncesine kadar KCK operasyonu ilk kez yapıldığında PKK’nın bakışı hiç de olumsuz değildi. Çünkü KCK operasyonu yapıldıkça Kürt tabanında daha büyük kaynamalar ve örgüte katılımlar oluyor. Onun için siz istediğiniz kadar içeriye adam alın. Yüz tanesini alsanız, iki yüz adam çıkıyor yeniden. PKK’nın işine geliyordu.



Mağdurluğun kanırtılması…



Aynen. Şu anda bu olmuyor ise, bu PKK’nın “hatası”. PKK’nın kurduğu bu dominasyon, Kürtlerin daha az KCK’lı olmasına doğru götürdü Kürtleri. Yoksa devletin KCK operasyonlarını tasvip eden bir Kürt olduğunu düşünemiyorum. KCK operasyonlarının meşruluk ayağı çok sağlam değil. Bu KCK’dan kaynaklanmıyor, yargı sisteminden kaynaklanıyor. KCK legalle illegali bir araya getirmiş, nereden nereye geçiş yapıldığı hiç belli olmayan ve hedefler olarak kabul edilmesi mümkün olmayan, herhangi bir devletin bunu kabul etmesi imkânsız. Son avukatların tutuklanması, tam bir skandal bence çünkü avukatların suçu Kandil ile İmralı arasında haber taşımaları ise bunu MİT müsteşar yardımcısının yaptığını da öğrendik. Dolayısıyla bütün bunlar olurken Kürtlerin KCK temizlendi, oh ne rahatladık, dediklerini düşünmüyorum. Ama eğer PKK gerçekten demokratik bir örgütlenme kurabilseydi, Kürtlerin gerçekten sahiplenmelerini sağlayabilecek bir esneklik sergileyebilseydi o zaman şu anda belki yüz binlerce insan KCK’lı oluyor olurdu.



ÖCALAN’I İMRALI’DAN KANDİL DEĞİL BDP ÇIKARIR



BDP’liler bu konuda Abdullah Öcalan’ın dediğini de dinlemiş görünmüyor aslında, çünkü Öcalan BDP’lileri, siz meşru siyasetçisiniz, ne işiniz var illegal örgüt içinde, diye de azarla karışık uyarmıştı…



Ama bunlar taktiksel biraz. Öcalan’ın söylemesi, kendi yanında, altında bulunan farklı aktörler sistematiğini korumayla ilgili, hata yapmamayla ilgili ama siyasi bir imkan yaratmayla ilgili değil. Ama bunu hükümet yapsaydı, bu bir siyasi imkân demekti, Abdullah Öcalan’ın demesine gerek yok. Zaten aklın gereği olarak BDP’liler bu yolu bulacaktı ve Öcalan da çok daha net bir biçimde bu çizginin kullanılması gerektiğini ve buradan başka bir siyasete doğru gitmeyi önerecekti. Çünkü Abdullah Öcalan’ı İmralı’dan çıkaracak olan Kandil değildir BDP’dir. BDP, AK Parti ilişkisi bambaşka bir boyutta yaşanıyor olsaydı Öcalan şu anda çok daha farklı koşullarda olabilirdi. Çünkü Öcalan bu sayede BDP ile bağlantılı hale getirecekti kendisini, Kandil farklılaşacaktı. Burayı siz boş bırakırsanız daha güçlü olan Kürt aktörü tabi ki işi kontrolüne alıyor. Daha güçlü olan da şu an Kandil. Kandil’in parçası haline getirirseniz herkesi, tabii ki konuşamazsınız kimseyle. Kandil konuşulabilir değil pek fazla.



TALABANİ VE BARZANİ ÇÖZÜMDE ÇOK SAMİMİ



Talabani ve Barzani’nin yürüttüğü görüşmeler var hâlihazırda. Umutlu açıklamalar da geliyor ama pek güçlü bir yansıması da olmadı Türk kamuoyunda, medyasında…



Çünkü Kandil Türkiye ile görüşmenin olmadığını söyledi. Talabani de Barzani de ayrı ayrı görüşüyor bildiğimiz kadarıyla. Bunun dışında bir alternatifi öngörmek de pek kolay değil zaten. Çünkü bir kere PKK – Türkiye ilişkileri ve genelde Kürt sorunu konusunda en önemli aktör Amerika. Amerika Irak’tan çekilecek. Ve burada çok dalgalanan bir coğrafya var. Bu coğrafya aynı zamanda, dünyaya bir barış gelecekse en kritik alanlardan biri. Kafkaslarla çok ilişkili, orası da çok kritik. Ve bu coğrafyada Türkiye uzun vadede tek istikrarlı ülke ve iyiye gidiyor ve bu güven unsurunun devam etme ihtimali var. Hem çoğunluğun oyunu alan bir hükümet var hem Ortadoğu ülkelerine gidip laikliğin ne kadar iyi bir şey olduğunu anlatan bir başbakan var. Böyle bir Türkiye’nin temel aktör olduğu bir bölge istiyor Amerika. Aynı zamanda ama çıbanbaşları olmasını da istemiyor, -PKK’yı kast etmiyorum, PKK-Türkiye ilişkisini çıbanbaşı olarak görmek gerekiyor.



Anlamadım.



PKK geçmiş tüm Kürt politikalarını düşününce, önünde sonunda olacak olan şeydi. İleride de normalleşecek olan şeydir ama bu zaman alacak ve nasıl olacağını göreceğiz. Dolayısıyla burada önemli olan siyasi aktörün kendisi değil. Ama bu siyasetin kendisinin tasfiye olması, yerine başka bir siyasetin gelmesi lazım. Bu her iki taraf için de geçerli. Amerika bunu yapmak istiyor. Ama Irak’tan da çekileceği için, yerel aktörler çok titiz bu konuda. Kendilerini Amerika’ya ispatlamak istiyorlar. Bir daha Amerika’nın gelmeyeceği şekilde burada kendi hükümdarlıklarını sergilemek istiyorlar. O yüzden de Kürt meselesini barışçı bir şekilde çözmeyi belki Türkiye’den de, PKK’dan da daha çok isteyen Talabani ve Barzani’dir, Amerika’yla birlikte. Onun için ben bunun doğru şekilde gideceğinden eminim aslında. Ama her zaman olduğu gibi zikzaklarla gidiyor ve her zaman olduğu gibi pazarlık masasına daha sağlam oturma mantığı, karşı tarafın kolunu bükme çabaları oluyor ve o zaman da konuşmayı engelleyen bir başka süreçten gidiyorsun. Ama eninde sonunda bu konuşma noktası gelecek. Ve de bence daha önce yüzde 95’inde anlaşıldığı görülen o paket ortaya gelecek. Ama o paket ortaya yüzde 75 olarak çıkarsa da şaşırmayalım çünkü bu yaşadıklarımız insanları geriye çekiyor, beklentileri yükseğe çıkartıyor.



Öcalan bir barış gelecekse bile bunun Barzani ve Talabani eliyle gelmesini ne kadar ister? Sonuçta üçü de bu coğrafyanın üç önemli Kürt siyasetçisiydi, rakiptiler, üçü de Kürt devleti kurma hedefiyle yola çıktılar ve birbirleriyle savaştılar da. Ayriyeten ABD üçüyle de ilgiliydi ve bölgeyi yeniden şekillendirirken burada kurulacak Kürt devletini Talabani ve Barzani eliyle kurdurmayı tercih etti, Öcalan’ı seçmedi, bilakis onu paketleyip Türkiye’ye teslim etti.



Evet, ama Abdullah Öcalan çok iyi bir siyasetçi. Türkiye’nin bunu daha iyi idrak etmesi lazım. Hiçbir zaman geçmişi nedeniyle geleceği harcayacak biri değil. Çok pragmatik, kafası hem gündelik siyasete çalışan, hem de siyasi analizleri güçlü birisi. Dolayısıyla şuna bakacaktır. Eğer Talabani ve Barzani’nin yapacağı görüşmeler Abdullah Öcalan’ı bir muhatap olarak büyütecekse iyidir, Öcalan’ı muhatap olmaktan çıkaracaksa iyi değildir. Bu kadar basit bence Öcalan için durum. Ayrıca Öcalan Türk siyasetinin kolay vazgeçebileceği bir referans değil bence, Barzani’nin de kolay vazgeçebileceği bir referans değil. Son yıllara baktığımızda görürüz ki Kürt dünyasında en akil adam yine Öcalan’dı. Beğensek de beğenmesek de.



TOPLUM SORGULAYICI VE ÇÖZÜMDEN YANA



Toplum genelinde de sorunun çözümü konusunda önemli bir değişim var değil mi?



Ben Türkiye toplumunun giderek daha nesnel bir pozisyona geldiğini düşünüyorum. Burada da mesela Türk kimliğine sahip ailelerin şehit verdiğini zamanki sözlerine baktığınızda da bunu görürsünüz. Önceden sadece klişeler söylenirken şimdi gerçekten siyasi tahliller, daha sorgulayıcı, sorumluğu paylaştıran, objektif bakışlar görüyoruz. Ve bunlar o ölümler olduğu için söyleniyor değil, çünkü bunlar refleks halinde söyleniyor ama anlıyoruz ki düşünülmüş, konuşulmuş zaten o kanaatteler. Ve insanlar giderek bir tür tarih bilinci de geliştirdikleri için olmuş olanı olmamış gibi bakmıyorlar. Ve Kürtlerin mağduriyeti o kadar net ki, devletin şu ana kadar hatalı olduğu o kadar belli ki ve biliniyor ki. Ve bu aynı bakış şiddeti hiçbir şekilde kabul etmeyen bir yeni demokrasi anlayışını, toplum anlayışını da ifade ediyor. Bu anlamda ben PKK’nın da giderek tecrit edildiğini düşünüyorum ama Kürtlerin içinde bir alternatif siyaset çıkmazsa o zaman PKK’nın gücünün de kısa sürede bitmesi mümkün değil tabi, psikolojik olarak.



KCK, BDP’Yİ KAPATTIRMAK İÇİN Mİ KURULDU?



Yüzleşme mevzuuna geri dönmek istiyorum. Yıllarca devlet, Kürt sorununda hatalı davrandığı, yanlış işler yaptığı, Kürtler bariz mağdur olduğu için hep ve haklı olarak devlete kızıldı, hep ona kusur bulundu, sertçe eleştirildi. Devlete bu keskin bakış ve Kürtlerin mağduriyeti bir şekilde PKK’yı, PKK’nın ürettiği şiddeti ve tahakküm alanını görünmez kıldı. Hatta belki bazılarınca biraz da romantize edildi. Ve PKK bunu hep “kullandı”, bu durumu kendisi için araçsallaştırdı. Sorum şu: Demokratların PKK’yı ve KCK ile PKK arasındaki ilişkiyi nesnel şekilde görememiş olması da bugün demokratlar arasında yaşanan ayrışmanın, PKK şiddetine tavır alamamanın nedeni olabilir mi?



Evet. Şöyle: Devlete sorumluluk bulunması normaldi çünkü sorumluluk ondaydı. Öte yandan PKK çok eleştirildi ama az eleştirildiği ilk yıllarda da şaşacak taraf yok. Çünkü Kürt kimliğini hiç tanımayan bir devletten geliyorsunuz ve bu kadar sıkıştırılmış bir kitlenin şiddet yoluyla ben buradayım, ben varım demesinin de şaşırtıcı yanı yok. Dolayısıyla kritik soru şuydu: Kürtlere siyaset alanı var mı ki Kürtler şiddetten uzak dursun? Yoksa eğer, daha kart kurt meseleleri devam ediyor iken bir Kürt şiddet hareketinin çıkması doğaldı, çünkü dünyanın her yerinde buna benzer olaylar var. Dolayısıyla aydınlar bunun istenmeyen ama biraz da kaçınılmaz bir durum olduğunu söylediler. Şimdi bir ayrışma yaşanıyor çünkü demokratlar Kürtlerin tanınması gibi bir meselenin olmadığını, Kürtlerin artık meşru bir siyaset alanı olduğunu ve de siyaseten sorumluluk almaları gerektiğini ve şiddetle mesafe koymak gerektiğini söylüyorlar. Ama başka bazı aydınlar o ilk ahlaki pozisyonlarını siyasi hale getirerek bunu taşıyorlar.



Dolayısıyla bugün iki tane görüş ortaya çıkmış oldu: 1) KCK operasyonlarının bu haliyle tasvip edilemeyeceğini ama KCK’nın da bir örgütlenme biçimi olarak kabul edilemeyeceğini, KCK’yı üretmiş olan PKK bakışının eleştirmesi gerektiğini, hele görüşmeler devam ederken bir KCK yapılanmasına gitmenin iyi niyet taşımadığını söyleyenler var. Demokratlar bu kanatta. 2) Daha solcu arkadaşlar ise mağdurun varlığından giderek bakıyor ve KCK operasyonlarına karşı çıkmak BDP’nin kapatılmasını istemektir gibi uç düşüncedeler. Ama buna dikkat etmeleri lazım. O zaman karşı taraf da şunu söyleyebilir: Acaba KCK’yı kurmak BDP’yi kapatmak istemek miydi, ta en başta?



Ne anlamda?



KCK’yı kurarsanız buna bir tepki alacağınız belli. Eğer o tepki BDP’yi kapatıyorsa o zaman siz böyle bir siyaset yaptınız demektir. Siyasetin bunda sorumluluğu var mı yok mu sorusu kritik meseledir burada. Ben siyasetin sorumluluğunun olduğunu düşünüyorum ve eğer bir zorunluluk noktasına sıkışmamışsa herhangi bir aktör, bir tercihte bulunarak bir adım atıyorsa, o adımın hakkını hesabını vermek, sonucunu taşımak zorundadır.



SOL YENİK VE SORUNU DA VAHİM



Başbakan’ın Dersim konusunda devlet adına özür dilemesi, Türkiye siyasetini ve toplumunu geçmişle ve gerçeklerle yüzleştirdi, yüzleşme olgusunu gündeme getirdi. Halil Berktay da, eski solcuların geçmişle, tarihle yüzleşemediklerini, sosyalizmin yenildiğini ve tarih sahnesinden ebediyen çekildiğini yazdı.



Solun problemi vahim çünkü sol aynı zamanda yenik. Psikolojik olarak da bir özgüven eksiği var ve dolayısıyla kendisiyle yüzleşmenin zor olduğu bir dünyaya sıkışmış durumda. AK Parti öyle değil, kazanan taraf. Kazandığınızda çok daha rahat yüzleşirsiniz. Sol böyle bir şey yaşayamıyor ve bir alternatif de üretemiyor. Dünya bir zihniyet dönüşümü geçiriyor, modernlik bitiyor. Modern olan her şey eskiye ait. Post modern dünyaya baktığınızda göreceğiniz şey zihniyettir. Bu da demokratlıktır.



Sağ-sol, kapitalist-sosyalist kavramlarını da ortadan kaldıran bir şey midir?



Bir anlamda kendi sağını ve solunu üretecek olan şeydir. Ama mesela katılımcılık, şeffaflık, âdemi merkeziyetçilik, ikna süreçlerinin ön plana çıkması gibi kavramlar artık vazgeçilemez kavramlar. Bunların içinden üretebilirsiniz ancak sağ ve solu yeniden. Böyle baktığınızda şu geçiş döneminde bence demokratlığın kendisi zaten sol. Çünkü şu anda değişmekte olanı da kurulmakta olanı da taşıyor ve ileriye götürmeye çalışıyor. Daha klasik anlamda sol dediğimiz ise biraz geçmişte, modernin içinde kalmış olan şey. Dolayısıyla şu noktaya geliyoruz. Demokratlığı hazmedemeyen solcular, otomatikman bu özeleştiriyi yapamıyorlar ve yüzleşemiyorlar. Giderek tıkanan, gerileyen, kendini aşılması çok zor bir duvar içinde hisseden, aynı zamanda yenilmişlik duygusu taşıyan, ve de bundan nasıl çıkılacağını da eski literatür üzerinden kuramayan bir bakış, bir duruş bu. O yüzden de giderek cemaatleşiyor ve kendi içine kapanıyor. Siyaset üretmektense aktivizm üreterek ayakta kalıyor. Aslında biten bir şey. Ben yeni nesillerin çok daha farklı zeminler üzerinde solculuğu yeniden tanımlayacağını zannediyorum. Sol gelenek tümüyle reddedilmeyecek. Marx yine önemli bir insan olacak ama muhtemelen genç Marks’ın yazdıkları, Grundrisse anlamlı olacak da Kapital bir hoşluk, otantik literatür olarak kalacak.



CHP ÖZELEŞTİRİ ŞANSINI AK PARTİ’DEN SONRA KAYBETTİ



Peki CHP, Kemalistler neden yüzleşemiyor geçmişle?



Bu ikisi arasında şöyle bir fark var. CHP hem hala iktidar kullanan hem de yenik olan. Ama yenik olması iktidarını çok da fazla engellemeyen bir parti. En azından hala İş Bankası’nın yüzde 30’una, kurucu ideolojiye sahip, Mustafa Kemal’i üstlenmiş, kendini cumhuriyeti kuran parti olarak konumlandıran parti. O yüzden de hem avantajlı hem dezavantajlı. Aslında “hükümranlığını kullanarak bile” bir özeleştiri yapabilirdi. Ama AK Partinin varlığıyla bu şansını yitirdi. AK Parti’nin CHP üzerinde yarattığı bu yenilgi hissi CHP üzerine o kadar bastı ki, o iktidarını unuttu yahut da o iktidarını savunmaya doğru dört elle sarıldı. O yüzden de giderek ulusalcılaştı. Sosyal demokrasi ulusalcılıktan daha iyi bir şeydir ama o da eskide kalmış bir şeydir. CHP’nin kendini sosyal demokrasi üzerinden yeniden kurması hayal ötesi ve karşılığı da yok. Türkiye’de sosyal demokratların sayısı yüzde 5, 6’yı geçmiyor. Sosyal demokrasinin ima ettiğine baktığınızda da öyle, darmadağın olmuş bir dünya, partiler yelpazesi var. CHP sonuçta Mustafa Kemal, cumhuriyet, Türk milliyetçiliği üçgeni üzerinden giden tutarlı bakış, duruş üretmiş durumda. Ben CHP’nin başka bir alternatif, başka bir yol yordam bulamayacağı için ister istemez bu daha tutarlı yola gireceğini, giderek küçüleceğini ama ayakta kalacağını ve bir süre daha böyle gideceğini düşünüyorum. Belki on yıl. Sonra ulusalcılığın kendisi de çok muhtemelen yüzleşmelerle falan bitecektir.



SÜNNİLİK DEĞİL DEVLET ADINA BİR ÖZÜR BU



AK Parti nasıl yüzleşiyor peki?



AK Parti için de bu psikolojik olarak zor bir zemindi aslında. Alevi Sünni meselesi hala Sünni dünyada da çözülebilmiş bir mesele değil, Sünniler kendileriyle yüzleşmiş değil çünkü. Alevilere bakış, Alevilere yapılanlar hala tartışılmayı bekliyor, gerçek yüzleşme de o zaman olacak. AK Parti, buna karşılık devlet adına bir yüzleşmeye yönelerek esasında kolay olanı seçti. Ben Sünnilik adına değil devlet adına yüzleşiyorum dedi. Ama bundan dolayı kınanacak değil, yüzleşmese daha mı iyiydi? İyi ki böyle bir şey oldu. Bu kapının açılması demek, Sünni dünyada da bir kapının açılması ve Sünni dünyanın o yüzleşmeye hazırlanması demek. AK Parti sırf bunu yapmadı, artı hanesine yazılacak başka şeyler de yaptı.



YÜZLEŞMELER ANAYASA İÇİN



Mesela?



Mesela Başbakan birkaç yıl önce ırkçılıkla ilgili bir konuşmasında, bir an durup arkadaşlar bunlar olmadı mı, biz de bunları yapmadık mı, dedi. Bu da hakikaten Tayyip Erdoğan’a yakışan bir durumdu. Çünkü onun harbi bir bakışı var kendisine. Öte yandan çok öne çıkartılmadan geçilen bir Abdülmecit Sempozyumu var. Bu da bir tür dolaylı yüzleşme. Yüzleşme sadece hatalarla karşılaşmak değildir. Göz ardı edilen iyiliklere ya da sizden farklı olana da kapı açmaktır. Bu yüzden Abdülmecit’i sahiplenmesi de bir yüzleşmedir. Çünkü bu AK Partinin yaşam biçimi olarak hiçbir şekilde dindar olmayan, son derece alfranga bir yaşam biçimi olan, içki içen ama Tanzimat’ı, Islahatı yapmış, batılılaşmayı bürokrasisiyle beraber taşımış bir sultanın sahiplenmesi demek. Bütün bunlar ufak ufak yüzleşme kanallarının açıldığını gösteriyor. Ama AK Parti şöyle bir parti. Hiçbir kanalda risk getiren adım atmıyor ve atmayacak. Üzerinde bir baskı da yok zaten. Ne içerde muhalefetin baskısı var, ne dışarıda AB baskısı var. AK Parti kendi temposunda ufak ufak bunları yapmaya çalışacak.



Ama o ilk domino taşını devirerek değişimi başlatıyor sanki…



Evet. Ve bütün bunların yeni anayasa bağlamında psikolojik zemini kuracağını düşünüyorum. Bütün bunların hesapsız olmadığını düşünüyorum. Bütün bunlar lime lime ama bir araya geldiği zaman yeni anayasayı tartıştığımızda, giriş bölümüne ne girecek ne girmeyecek konuşulduğunda, vatandaşlık tanımı nedir, Türkiyelilik nedir gibi soruların cevaplarını psikolojik olarak hazırladığını düşünüyorum.


Star

Haber Ara