Uygar Aktaş* / TİMETURK
Muhammed Buazizi; Kendini yakarak bütün Arap âlemini saran büyük isyanın fitilini ateşleyen delikanlı. Sadece kendini yakmakla kalmadı, kendisiyle beraber bütün bir coğrafyayı da ateşe attı. Kimi - Bin Ali, Mübarek gibi - bu ateşin ilk harıyla tutuştu, kimi de -Kaddafi, Esad, Salih gibi- sıranın kendisine geleceği günü bekliyor.
Dolup taşan meydanlar, hürriyet nidaları, talepler, şehidler, kendini kuratarma telaşına düşmüş liderlerin can havliyle sarıldıkları bildik taktikler... provakasyonlar, savrulan ittifaklar, boyası dökülen söylemler... çatırdayan bir statüko ve herc-merc olmuş bir coğrafya... Bırakın yarın ne olacağını kestirebilmeyi bugün ne olduğunu dahi kavrayabilmekten aciziz.
Tunus’ta başlayıp Mısır’a sıçrayan, ardından Fas’tan Umman’a kadar bütün Arap âlemini kasıp kavuran bu fırtınanın geleceğini hiç kimse kestirememişti. Ne ‘Mısır’da olup biten her şeyden haberdarız’ diyen MOSSAD ve CIA gibi istihbarat teşkilatları ne de akademisyenler. Arap âleminin 90’lı yıllarda bütün dünyada baş gösteren demokratikleşme sürecinden niçin etkilenmediği meselesini ele alan ve bu coğrafyanın ‘demokrasi açığını’ izah etmeye çalışan akademisyen ve stratejistlerin kahir ekseriyeti ortak bir tesbit ve hükümde buluşuyorlardı: Din ve gelenek, düşük eğitim düzeyi, aşiret yapısı, itaat kültürü, patrimoniyalizm vs. Bütün bunlar Arap âleminin demokratik transformasyonunu zorlaştırmakta hatta imkânsız hale getirmekteydi. Yani Araplar demokratik bir sistem tesis edecek kadar olgun değillerdi. İki sene önce Arap âleminin demokratik transformayonunun zorluğunu ele alan bir makalenin adı: ‘We’re Arab man, forget democracy’ idi. Artık bu hüküm bir Arabın ağzından da tescil ve teyid edilmişti.
Bu yüzden olsa gerek Tunus ve Mısır’da vuku bulan devrimleri ‘facebook’ ya da ‘internet devrimleri’ olarak nitelendirdiler. Onlara göre diktatörlere karşı gelmek, hak-hürriyet ve demokrasi talebinde bulunmak ‘bedevilerin’ değil ancak ve ancak batılı eğitim almış çağdaş zümrelerin yapabileceği bir şeydi. Muasır bir filozof ‘kelimeler trafik levhaları gibidir; sadece mana ifade etmekle kalmaz istikamet ve yön de belirtirler’ demektedir. Bu tesbiti ciddiye alırsak sözkonusu isimlendirmenin bu devrimleri tahrif etmekle yetinmediğini aynı zamanda devrimlere bir istikamet de tayin ettiğini görürüz: Batı. Ekonomi, siyaset ve kültür alanında olduğu gibi bilgi ve hakikat arayışında da ‘pozisyonel’ olmaktan kurtulamayan Batı, bu hususta da kendine pay çıkartmaktan geri kalmıyordu.
Burada gözden kaçan ya da kaçırılan önemli bir ayrıntı vardı: Bu devrimlerin gerçekleşmesini sağlayan büyük protesto mitingleri ve yürüyüşlerin hepsi cami mahreçliydi. İnternet ve mobil telefon bağlantılarının kesildiği ve insanların biraraya gelerek örgütlenebileceği mekânların kuşatıldığı anlarda camiler sivil direniş karargâhları haline geldiler. Yetişkin nüfusun % 75-80’inin musalli olduğu bir toplumda camilerin böyle bir rol üstlenmesinde aslında garipsenecek bir şey yoktu. Diğer yandan en kalabalık ve coşkulu mitingler Cuma günleri gerçekleştiriliyor, insanlar bu günleri Öfke Cuması, Direniş Cuması, Şehidler Cuması, Sabır Cuması, Kurtuluş Cuması, Sebat Cuması vs. diye isimlendiriyorlardı. Kahire’de Tahrir meydanında milyonlarca kişinin birlikte eda ettiği Cuma namazları hala hafızlardadır. Bugün mesela Suriye’de mitinglerin neredeyse sadece ve sadece Cuma günleri yapılabiliyor olması da bunun ayrı bir delilidir. Bu sebeple hem bu devrimlere hem de (Libya, Yemen, Mısır, Bahreyn gibi) gerçekleşmesi mukadder diğer devrimlere şayet bir isim vermek gerekiyorsa bu isim ‘Cuma Devrimleri’ olmalıydı. Bu devrimler cami mahreçli olmakla, hatta içinde muhtelif renklerde islamcı örgüt ve cemaatleri de barındırmakla beraber islamcı değil ama bütün içtimai tabaka ve sınıflarıyla birlikte müslüman halkın devrimleridir ve bu devrimlerin istikametini (tadlil edilmediği takdirde) arap halkının talep ve beklentileri belirleyecektir.
Burada devrim kavramının kullanılması belki garipsenebilir. Zira sosyal bilimler terminolojisinde devrim kavramı ancak bir toplumun siyasi, içtimai ve iktisadi yapısındaki köklü değişime ıtlak olunabilir. Bu takdirde devrim tabirinin iktidar değişikliği yaşanan Tunus ve Mısır için kullanılması dahi sıhhatten uzak olacaktır. Lakin Arap âleminde meydana gelen siyasi hadiselerin cari siyasi sınırlar içinde mütaala edilmesi, ortadoğu siyasi coğrafyasının bize dikte ettiği denklemlere mahkûm kalmak demektir. Bugünkü rejim karşıtı eylemler, gösteriler her ne kadar cari sınırlar içindeki diktatörlüklere yönelmiş görünse de asıl hedef bu diktatörlükleri var eden, hatta bu diktatörlüklerden ve otoriter idarelerden başkasına hayat hakkı tanımayan, muhtelif tadilatlarla günümüze kadar kaim kalabilen asırlık ‘ortadoğu rejimidir’. Bugün devrim dediğimiz hareketlerle sadece diktatörlükler yıkılmamakta, bu rejimin çizdiği siyasi coğrafya üzerindeki ittifaklar, cepheler ve siyasi söylemler de birer birer çökmektedir. Bu hareketleri devrim kılan da işte budur.
Tunus ve Mısır’daki rejim değişikliklerinden sonra devrimlerin Suriye’ye sıçraması, İsrail eksenli bölgesel sistemin ve bu sistem içindeki kamplaşmalardan beslenen rejimlerin sonuna işaret etmektedir. Halkın öfkesinden ne batı ile işbirliği içinde olan Tunus ve Mısır diktatörleri ne de Batı karşıtı cepheyi ‘temsil eden’ Suriye rejimi kurtulabildi. Ayrıca karşıt kamplarda yer alan S.arabistan ve Kuveyt’in İran’la birlikte Suriye rejimine destek vermesi de cari cepheleşmenin ancak halktan kopuk rejimlerin istikrarına hizmet ettiğini ve ciddi ideolojik bir zemininin bulunmadığını ortaya koymaktadır. Suriye’deki gelişmeler, söylem ve siyasetiyle Batı karşıtı kutbu temsil davası güdenlerin aslında bölgedeki statükonun (ortadoğu rejimi) reprodüksüyonuna hizmet ettiğini göstermektedir.
Varlığı ve siyasetiyle şimdiye kadar bölgedeki otoriter rejimlerin istikrarlarını temin etmiş olan İsrail artık işlev kaybına uğramaktadır. İsrailli yazar Ofra Bengio ‘İsrail’in ancak bölgedeki diktatörlüklerle iş tutabildiğini bu sebeble bölgenin demokratikleşmesini istemedeğini’ söylemekte buna örnek olarak da Türkiye ile olan gerilimi göstermektedir. Bengio’ya göre Türkiye’deki askeri idarelerle anlaşmalar imzalayan ve iyi ilişkiler kuran İsrail, halkın beklentilerini dikkate alan bir yönetimin iş başına gelmesiyle bu ilişkileri koparma noktasına getirmiştir. Bölgenin tek demokratik ülkesi olarak imtiyazlı bir konum elde etmiş olan İsrail, bölge ülkelerinin demokratikleşmesi ile birlikte belki de bölgenin radikal dinci devleti olma durumuna düşecektir.
Bu devrimlerle birlikte bölgedeki bütün islamcı cemaat ve hareketlerin ve cari islami söylemlerin ‘ahlaki ve vicdani kusuru’ ortaya çıkmıştır. Mısır, Libya ve Yemen’deki devrimleri destekleyen gurup ve cemaatler Suriye’deki gelişmelere gözünü kapatmış, Suriye’deki devrim hareketini destekleyenler ise Kuveyt, Suudi Arabistan ve Bahreyn’deki gelişmelere kör kalmıştır. Bütün ümmeti kuşatıcı, ahlaki ve vicdani bir söylem ve tavrın eksikliği kendini her gün biraz daha fazla hissettirmektedir. Mesela İsrail’e karşı verdiği mücadele ile bölgede haklı olarak halkın büyük sevgi ve saygısına mazhar olan Hizbullah, Suriye olaylarında tamamen rejim yanında yer alarak kendi itibarına büyük zarar vermiştir.
Bölge görüldüğü gibi Cuma devrimleri ile birlikte zannedilenden daha derin değişiklere gebedir. Gelişmeler Ortadoğunun artık eski ortadoğu olmadığını yeniden tanzim edilmesi gerektiğine işaret etmektedir. Cuma devrimlerinin bu tanzimde rolünün ve payının ne olacağını zaman gösterecektir. Lakin Cuma devrimlerinin önündeki ilk kritik eşik Suriye’dir. Bu eşik atlandığı anda bölgedeki gelişmelerin seyri de değişecektir.
*Araştırmacı-Yazar.
Yazarın ilgili makalesi için tıklayın
Şam Baharı – ya da cellada göz kırpmak