Uygar Aktaş* / TİMETURK
Duvarlara ‘hürriyet’ yazdıkları için tutuklanıp cezaevine konan çocuklar,
O çocukları almak için siyasi güvenlik biriminin başındaki [Beşşar Esad’in teyzesinin oğlu] Tümgeneral Atıf Necib’e ricada bulunmaya gittiklerinde ‘Siz önce bana o çocukların annelerini getirin... Ondan sonra belki düşünürüm...’ gibi iğrenç bir cevapla karşılaşan izzet-i nefsi çiğnenmiş çaresiz babalar,
Dört duvar arkasına mahkûm edilen kadın aktivistler,
Yolsuzluğa, açlığa ve zulme karşı seslerini yükselttikleri için üzerlerine mermi yağdırılan kalabalıklar....
Dera’a da Ömeriye Camiinde hükümet ve güvenlik heyetleriyle görüştükten sonra onlardan Cuma gününe kadar mühlet alan ve bu güvenle camide kalan ama gece yarısı birden bire baskına uğrayarak hunharca katledilen gençler,
Rıfai Camii’nde Cuma namazı sonrası emniyet güçlerince muhasara altına alınan ve ölüm korkusunu iliklerine kadar hisseden mazlumların, cep telefonlarıyla her tarafa gönderdikleri‘yardımımıza yetişin yoksa bizi öldürecekler’ şeklindeki canhıraş feryatları...
Bunlar Suriye’de iki haftadır yaşanan hadiselerin sadece küçük bir kısmı...
Oysa Suriye halkı, doğrudan Zeynel Abidin Bin Ali ve Hüsnü Mübarek’i hedef alan Tunus ve Mısırlılar gibi Beşşar Esad’ı hedef de almamıştı. Hatta onun yolsuzluğa savaş açacağını, reformlar yapacağına inanıyordu. Meydanlara bir bakıma ondan yardım almak için inmişlerdi... Ne bilsinler Lazkiye’de kardeş Mahir Esad ile yeğen Numeyr Esad ve çetesi, Dera’a da ise teyze oğlu Atıf Necip tarafından kurşunlatılacaklarını...
Suriyelileri şehid ve yaralılardan çok Beşşar Esad’ın bu yüzünü görmek kahretmiştir...
Bakımlı çehresi, çağdaş profili ve güleryüzü ile nasıl da inandırmıştı bütün bir âlemi reform ve sivilleşme yanlısı olduğuna. Özel gazete ve televizyona izin verilmesi, borsanın kurulması, kısmen serbest piyasa ekonomisine geçiş hep bu imajı tasdik eden işaretler olarak yorumlandı. Mobil iletişim ve internet hizmeti veren şirketler, ilk özel gazete ve televizyon, liman işletmeleri, verimli zirai alanlar dayıoğlu Rami Mahluf tarafından Esad ailesinin servetine dâhil edilirken anlamadılar, farketmediler. Bütün bu hamleler gerçekte sınırlarını kendi belirleyecekleri bir sivilleşme öncesi bütün sivil alanı işgal etme girişimleriydi. Böylece iktisadi, ticari, zirai ve siyasi alanları kontrol altında tutacaklar, bir takım hukuki düzenlemelerle de sivil görünümlü bir vesayet rejimi ihdas edeceklerdi.. Ama Tunus’ta başlayan ardından Mısır ve bilahare bütün Arap âlemine yayılan protestolar onları sivil alan işgalini tamamlayamadan yakaladı. Artık reformların ve sivilleşmenin sınırlarını kendileri değil halk belirleyecekti.
Reform yapmak isteyen ama çevresi tarafından engellenen bir devlet başkanı için halkın reform talebi ile sokağa dökülmesi büyük bir nimetti. Halk desteğini arkasına alarak hem reformları gerçekleştirebilir hem de reform karşıtı güçleri tasfiye edebilirdi...
Ama o, halkın celladı olmayı tercih etti. 11 yıldır halka yapılan bütün zulümlerde kendi parmak izlerinin keşfedilmesinden ve her şeyin ellerinden alınmasından korktu. Bu gösteriler büyümeden önlenmeliydi. Onun yolu da şiddet kullanmaktı. Şiddet kullanmalarını haklı kılacak bir gerekçe uydurmaları da gecikmedi: ‘İsrail tertibi.’ Klasik, ucuz ve ahmakça
Bu tertib iddialarına, Venezüella, Sudan, Suudi Arabistan ve Kuveyt’ten destek gecikmedi. Zaten Körfez Savunma gücünün Bahreyn’e yaptığı müdahaleye destek vermek suretiyle muhtemel katliamın vizesini körfez ülkelerinden ve Suudlardan almışlardı. Bu ülkelerle birlikte, olaylara teşkilat mantığı ve çıkarları ile bakan gözleri hakikate kapalı Lübnanlı bazı şürekâdan da acil destek gelince katliam başladı. Tuhaftır bölgedeki statükonun düne kadar birbirini yiyen düşman cepheleri bu defa halka karşı ortak cephe oluşturmuşlardı. Buna ‘ABD, Suriye’ye hemen müdahale etmelidir’ diye beyanat vererek rejimin tertib iddialarını güçlendiren ve halkı ateşe atan Liberman’ın girişimlerini ve örtülü desteğini de ilave etmek gerekir.
Yalana ve batıla var gücüyle seğirten insanoğlunu doğrular önünde tereddüde düşüren nedir? Hangi beklentiler, korkular ve hesaplar insanı apaçık doğrular karşısında kör eder?
Velhasıl Suriye halkı artık sadece kendi tiranları değil, bütün bölge güçleri tarafından kıskaca alınmış vaziyettedir. Yalnız ve çaresiz... Netice ise şimdilik 300 şehid...
İşte tam bu esnada Türk hariciyesinin açıklaması gündeme damgasını vurdu: ‘Suriye’nin reform iradesine zarar verecek her türlü girişime karşıyız.’ Suriyeliler bu açıklamayı duyduklarında eminim ‘siz de mi?’ demişlerdir. Zira bu açıklama cellada göz kırpmak, halkın katline ferman çıkartmaktı. Hangi kahrolası hesaplar ve rasyonel mülahazalara girdiler ki böyle feci bir ifade de karar kıldılar. Belli ki rejimin bu vartayı atlatacağını düşünüyorlar. O halde ayakta kalabilme ihtimali fazla olanın yanında görünmeli. Ölen canlar, kırılan kol ve bacaklar, yollarda sürüklenen kadın ve çocuklar kimin umurunda! Hani Türkiye bu bölgenin vicdanı olacaktı? Vicdanın alameti haklı ile haksız, zalim ile mazlum apaçık belli iken kar-zarar kalkülasyonlarına dalmamaktır. Vicdanın alameti celladın değil mazlumun yanında durmaktır. Biliyorum beyefendiler bu satırları okurlarsa, bizi, kolayca karı boşayan gamsız bekârlar kategorisine dâhil edeceklerdir. Varsın etsinler ama ne olur Dera’a ve Lazkiye halkının şu anda tıpkı 30 yıl öncesindeki Hama halkı gibi kuşatıldığını ve tecrit altına alınmış olduğunu da düşünsünler. Baas işçi sendikaları mensublarına niçin silah dağıtıldığını, onlara niçin emniyet görevlisi statüsü tanındığını da sorsunlar. Bu açıklamaların halkı Türkiye’den soğutabileceğini, bundan sonra kurulacak veya devam ettirilecek ilişkilerin artık halk tarafından aynı hararetle karşılanmayacağını da hesap etsinler. Ayrıca unutmasınlar ki Türkiye’nin açılım girişiminin aslında Türk düşmanı olan Baas tarafından kabullenilmesini kolaylaştıran bu halkın Türkiye sevgisiydi. Kimbilir Dera’a da Lazkiye’de şehid olanlar arasında yeni doğan oğluna Marmara Gemisi şehidlerinden birinin ismini veren biri de bulunmaktadır. Hariciye Mısırda, Suriye’de Ürdün’de halkın Marmara gemisi şehidlerinin isimlerini öğrenmek için nasıl gayret sarfettiklerini öğrenmek istiyorsa bu ülkelerdeki Türk kuruluşlarına ve elçiliklere sorsun. Ama belli ki bütün stratejisini ve derinliğini bölgedeki statüko üzerine bina eden hariciyemiz statükonun sarsılması ve as oyuncuların saha dışına atılmasıyla ne yapacağını şaşırmış vaziyette. Oysa Başbakan Erdoğan daha bir kaç gün önce Suriye’ de akrabalarımızın yaşadığını buradaki gelişmelere kayıtsız kalamayacaklarını söylemişti. Bu, beklenen, özlenen ve halkın yüreğine su serpen bir açıklamaydı. Zira bu halkın tek umudu var. O da Türkiye ve Erdoğan…
Ama hariciyenin bu açıklaması yürekleri kararttı. Bu da yetmezmiş gibi Başbakan’ın danışmanlarından biri El-Cezire kanalında arz-ı endam etti. Hariciyenin açıklamasını teyid eden danışman, spikerin ‘Başbakanınız Mısır’da Mübarek’e açık çağrıda bulunarak başkanlıktan çekilmesini söylemişti. Suriye’de de benzeri bir durum varken neden burada farklı davranıyorsunuz?’ sualine ise yürek ve gönül özürlü kem-kümlerle cevap vermeye çalıştı. Monşerler neden facebook’a girip bu açıklamaya yapılan tepkileri okumazlar. Okusunlar okusunlar ki insanların nasıl bir sükûtu hayale uğradığını görsünler.
Suriye rejimi bu açıklamayı inşaallah açık destek olarak telakki edip önümüzdeki Cuma günü daha şiddetli bir katliama girişmez. Eğer böyle olursa biliniz ki bunun müsebbibi Türkiye olacaktır. Korkumuz sebepsiz değil. Zira bu açıklamanın ardından Dera’a, Duma ve Homs’da kitlesel tutuklamalar başladı. Akşam BBC-Arab, France 24 gibi televizyon kanallarına telefonla bağlanan aktivistler rejimin Türkiye’nin yaptığı açıklamadan cesaretlendiğini ve bu yüzden kitlesel tutuklamalara kalkıştığını söylüyorlardı.
Umumen bütün Arap âlemi hususen ise Suriye halkı Türk denince adil, ciddi, korkusuz, karar verdikten sonra ise hiç bir şekilde yolundan dönmeyen bir insan tipini tasavvur etmektedir. Bizim yitirdiğimiz hatta yitirdiğimizi dahi unuttuğumuz vasıflarımızı onlar muhayilelerinde muhafaza ediyorlar. Suriye’li tarihçi Suheyl Zekkar Haçlı tarihine giriş adlı eserinde ‘hüküm Türk’ün eline geçmedikçe devlet ne düzelir ne de daim kalır’ sözünün Arablar arasında asırlarca bir darb-ı mesel olarak söylenip durduğunu zikreder. Evet, biliyorum biz artık o Türk değiliz. Hatta o Türk olmaktan da hayli uzağız.(1) Ama Türkiye hak etmediğimiz bu vasıfları bize hâlâ yakıştıran bu mazlum halkın hatırı için bir defa da olsa o yitik gömleği giymeli ve ‘hükmü’ eline almalıdır.
Bunu yapacak kişi ise başbakandır.
Başbakan Suriye halkının kendisine duyduğu bu muhabbete vefa göstermeli, Suriye meselesini ne hariciyeye, ne danışmanına hatta ne de Dışişleri Bakanına bırakmalı; bu meseleyi bizzat uhdesine alarak adil ve vicdani bir şekilde çözmelidir. Zira halkın Türkiye ve Erdoğan sevgisi zai edilmemelidir. Biz vicdanen bu ziyanı telafi edemeyiz.
Vesselam...
(1) Bu satırların yazarı neseben bir Kürttür.
*Araştırmacı-Yazar.