Tunus'tan başlayıp Suriye'ye kadar uzanan Doğu Akdeniz ülkelerindeki siyasal, ekonomik ve toplumsal düzenin yerle yeksan olmasını izah etmek oldukça netameli bir konudur. 17 Aralık 2010 tarihinde Tunuslu seyyar satıcı Muhammed Buazizi'nin kendini ateşe vermesiyle başlayan olaylara bugünden baktığımızda, Buazizi'nin yaktığı kıvılcımın Arap ülkelerinin çok ötesinde, Doğu Akdeniz'de yeni bir güç kompozisyonu meydana getirecek siyasi bir düzenin fitilini ateşleyen bir olay olduğu söylenebilir. Konuya bu şekilde bir yaklaşım sergilendiğinde, Doğu Akdeniz'de Araplar, Türkler, Yahudiler ve Yunanlılar üzerinden küresel bir mücadelenin yapıldığı görülmektedir. Eğer tüm bakış açısı “Arap Baharı” üzerine temellendirilirse, bu defa bölgeye yönelik küresel paradigma değişikliğini ortaya koyabilecek gerçekçi bir analizden uzaklaşılarak, 2010 yılından beri cereyan eden olayların ne tür bir argüman ihtiva ettiği sorusu zihinleri bulandırmaya devam edecektir.
Tunus'tan Suriye'ye, oradan Yunanistan'a kadar uzanan deniz alanlarının küresel enerji politikaları bağlamında hayati öneme sahip hassas birer coğrafyaya dönüştüğünü yukarıdaki temel iddialara ampirik destek sağlama adına söylenebilir. Enerji bağımlılığının ve enerji güvenliğinin fosil yakıtlara dayalı olduğu günümüz uluslararası politik düzeninde küresel aktörler çıkarlarını maksimize etmek için, bu bölgenin uluslararası ilişkilerini kendi menfaatlerine uygun bir biçimde tanzim etmeye çalışmaktadırlar. Uluslararası ilişkiler açısından bu gayet doğal bir durumdur.
Ancak böylesi zorlu bir vaziyet, bölge ülkeleri arasında alevlenen söz düellolarına, kişiselleşen tartışmalara, sözlü tehditlere ve fiili tacizlere yol açmaktadır. Bu durum bölge ülkelerini dışarıdan müttefik veya hakem arama gibi bölge ilişkilerini daha derin husumetlere sürükleyecek gelişmelere zemin hazırlamaktadır. Halbuki ‘Doğu Akdeniz Kuşağı Ülkeleri' gerçek tartışmaların önünü açacak, bölgesel işbirliğini ve barışı tesis edebilecek büyük ve zor sorulara odaklanabilse, 1798 yılından bu yana maruz kaldıkları istiladan, siyaseti ve toplumu esir alan spekülatif ve manüpülatif söylem ve eylemlerden bir nebze olsun başlarını kaldırabilirler ve böylelikle kendi sorunlarına çözümler üretebilme şansına kavuşabilirler. Bu paragraf yüksek sesle sorgulanmalıdır.
Tarih, Doğu Akdeniz'in siyasi bir çekim merkezi olduğunu ve bundan dolayı da güç çatışmalarından uzakta kalamayacağını gözler önüne sermiştir. Diğer taraftan bugün itibariyle herhangi bir devletin Akdeniz'de tek başına bir deniz hâkimiyeti kurması pek mümkün gözükmemektedir. Benzer şekilde Akdeniz'de herhangi bir devletin yayılmacı bir siyaset takip etmesi öteki devletlerin kabul edip tepkisiz kalacağı bir yol değildir. 2010 yılından beri süregiden talihsiz hadiselerin meydan verdiği istikrarsızlık ticaretin ve sermaye hareketlerinin bölgesel güvenliğini de ciddi ölçüde tehdit ederek, Doğu Akdeniz havzasının ekonomik açıdan zayıflamasına neden olmuştur.
İstikrarsız devlet yönetimleri, azgelişmişlik, iç savaşlar ve iyi komşuluk ilişkilerinin yokluğu ABD, Rusya, Fransa ve İngiltere gibi görece büyük güçlerin Doğu Akdeniz'e nüfuz etme girişimlerine her zaman “meşru bir gerekçe” sunmuştur. Eski emperyal çıkar alanlarını tekrardan tesis etmek amacıyla girişilen bu amansız mücadeleye, şüphesiz, en önemli fırsatı Doğu Akdeniz ülkelerinin kısır, anlamsız ve anakronik iç çekişmeleri vermektedir. Tahmin edileceği üzere bu kısır çekişme uzun vadede ülkelerin mahvına yol açmıştır. Zira tekfir ve tahkire dayalı bir şekilde yapılan tartışmalar bu ülkelerde hem bilimsel ilerlemeye hem de sağlıklı bir demokrasinin gelişimine ket vurmuştur. Kangrene dönüşmüş bu keyfiyetten kurtulmak tüm bu ülkelerin birinci vazifesi olmalıdır.
Peki ya sonra ne yapmalı? Doğu Akdeniz ülkeleri arasında klasik diplomasiden kültürel diplomasiye geniş bir sahada işbirliği imkânları kurarak karşılıklı ve ortak çıkar temelinde iyi komşuluk ilişkileri yeniden tesis edilmeye çalışılmalıdır. Türkiye, Yunanistan, Suriye, Mısır ve İsrail'e bu işbirliğinde tarihi bir rol düşmektedir. Bu devletler birbirleriyle anlaşmak ve işbirliği yapmak hatta tarihi emellerinden bölge barışı için geri adım atmak mecburiyetindedirler. Bunun yerine dışlayıcı, çatışmacı, yayılmacı ve kendi emelleri doğrultusunda bir siyaset rehber edinilirse ki bundan en çok kendileri zarar görecektir, o zaman eşikte bekleyen bölgesel anarşi ve kargaşaya davetiye çıkartılmış olur.