Geçtiğimiz günlerde Gelibolu'ya yolum düşmüştü. Gelibolu'da dolaşırken, sultanlarınkine denk cesâmette bir türbeye rastladım. Türbe, İstanbul'un ilk kadısı olan Hızır Bey'in oğlu Sinan Paşa'ya aitti. Babası Hızır Bey'in de telkinleriyle, küçük yaşlardan itibaren ilmiye silkinde önemli bir mesâfe katetti Sinan Paşa. Zamanla Fatih'in teveccühüne mazhar olup, padişah hocalığına kadar yükseldi. Yaşça küçük olmasına rağmen Fatih'e hocalık yaptı. Fatih, ilminden istifâde ettiği hocasından mülkî hizmetlerde de faydalanmak istedi.
1470'te önce kendisine vezâret rütbesi tevdî edildi. Müteâkiben, 1473'te sadâret makâmına atandı. İlmiye sınıfından mülkiyeye geçisi sebebiyle “Hoca Paşa” olarak anılmaya başlandı. Hoca Sinan Paşa'nın mülkiye sınıfında yükselişi gibi inişi de çok hızlı oldu. Aynı yıl sadâret makamından azledilerek zindana atıldı. Hoca Paşa'nın makbûliyetten mahpusluğa bu ibretlik hikâyesi, bana günümüzün Hoca Paşalarını hatırlattı.
Bildiğiniz üzere Ahmet Davutoğlu akademide yaptığı gösterişli bir kariyerden sonra, AKP iktidarı ile birlikte Başbakanlık Başdanışmanlığı vazifesiyle siyâsî kariyerine başladı. Davutoğlu, 2003-2009 yılları arasında Türk dış politikasının şekillenmesindeki ağırlıklı etkisi dolayısıyla, bir nevi gölge Dışişleri Bakanı pozisyonundaydı. 2009 yılındaki hükûmet revizyonuyla birlikte, perde arkasından sahneye adımını attı ve Dışişleri Bakanı olarak bizzat işin başına geçti.
Davutoğlu'nun aktif siyâsî hayâtı; beş yıl Dışişleri Bakanlığı, iki yıl da Başbakanlık olmak üzere takrîben yedi yıl sürdü. Ahmet Davutoğlu, parti içi güç mücâdelelerinin bir kurbânı olarak 2016 Mayıs ayında istifâya mecbur edildi ve arkasında son 13 yılına damgasını vurduğu ülkenin dış politikasıyla ilgili tartışmaları bırakarak köşesine çekildi.
O günden beri ne zaman bir dış politika konusu ülke gündemini esir alsa, Davutoğlu adı bir şekilde bu tartışmalara dâhil ediliyor. En son Kerkük meselesi konusunda Davutoğlu'nun yayımladığı 10 maddelik öneri paketi, Davutoğlu'nun ismi etrâfında yeni tartışmaları berâberinde getirdi. Bahçeli ve partisi MHP, Davutoğlu'na en ağır ithamları, eleştirileri yöneltti. (MHP Davutoğlu için, mâzul ve sâkıt -azledilmiş, düşmüş- Başbakan şeklinde yakışıksız ifadeler kullandı.)
Davutoğlu'nun Kerkük ile ilgili son açıklamalarının bir kısmını teorik, kitâbî ve sahadaki gerçeklikten kopuk olarak yorumladım. Öte yandan Davutoğlu'nun beğenmediğimiz açıklamalarından yola çıkarak, uzunca bir süre ülkenin dış siyâsetinde etkili olmuş Davutoğlu politikalarını toptancı bir anlayışla mahkum etmek, insaf ölçüleriyle bağdaşmayacaktır.
Kabul edelim ki 2003-2011 yılları arasında Davutoğlu doktrini dışarıda önemli ölçüde Türkiye'nin önünü açtı, manevra sahasını genişletti. Komşularla sıfır sorun politikası özellikle bu dönemde iyi işledi. Türkiye'nin Balkanlar'da ve Mezopotamya havzasında etkinliği arttı. Komşularımızla olan ticâret hacmimiz arttı. Bugüne kadar Anglofon/Frankofon siyâsetlerin hâkim olduğu, ABD ve Çin'in ciddi nüfuz kurduğu Afrika'da, Türkiye'nin diplomatik ağı genişledi ve etkinliği arttı.
2011 yılı, Türk dış politikası açısından ters rüzgarların esmeye başladığı bir dönem oldu. Arap Baharı ile birlikte Mezopotamya havâlisinde ve Mağrip'te başlayan hareketlenmeler, zamanla tüm İslam coğrafyasına sirâyet eden bir hercümerce dönüştü. Türkiye, Arap Baharı'nı demokratik halk hareketleri olarak mütâlaa etti ve bu süreci destekler mâhiyette bir pozisyon aldı.
Davutoğlu'nun şu demecini hatırlıyoruz: “Arap Baharı, aynı zamanda Türk baharıdır.”
Maalesef, hem Araplar hem bizim için bahar beklentisi varken, mevsim kışa döndü. Bu noktada, hâdiselerin nereye evrilebileceği hususunda okuma hatâlarımız oldu. Beklentimiz, halk hareketlerinin netîcesinde bu ülkelerin başındaki diktatörlerin devrilmesi ve bunların yerini demokratik süreçlerle iş başına gelmiş yeni yönetimlerin almasıydı. İhvan faktörü nedeniyle, bu yeni yönetimlerin Türkiye ile işbirliğine daha yatkın olacağı beklentisi hâkimdi. Tafsilatına girmek istemiyorum; Mısır ve Libya'da işler beklediğimiz gibi gitmedi.
Süreçle ilgili genel beklentimiz, komşumuz Suriye içinde geçerliydi. Orada rejime karşı başlayan muhâlif hareketlerin, kısa bir zaman zarfında Esad'ı götürmesi bekleniyordu. Davutoğlu'nun o dönem Esad rejimine ömür biçen iddialı sözleri bugün hala önüne konuluyor. Suriye cephesinde Davutoğlu'nun öngörülerinin aksine, süreç haftalar ve aylar içerisinde hitâma ermediği gibi, zamanla Rusya ve İran'ın iyice asılmasıyla içinden çıkılmaz bir hâl aldı. Suriye meselesinin bidâyetinde ABD tarafından cesaretlendirilen Türkiye zamanla yalnız bırakıldı. Türkiye'nin siyâsî ve askerî kapasitesi bu işi neticelendirmeye yetmedi.
Geriye dönüp baktığımızda, Davutoğlu'nun Suriye konusunda hatâlı bir okuma yaptığını kabul ediyoruz. Ama daha mühimi ise hatada ısrarcı olması oldu. Davutoğlu belki de 2003-2011 dönemindeki başarılı dış politika performansının da verdiği bir güvenle, bu işin kendi öngörüleri çerçevesinde netîceleneceği konusunda aşırı ısrarcı oldu. Ama diplomasi katılaşmaların, kesin inançların hükümran olduğu bir alan değil; modeliniz başarısız olduğu anda gerekli yumuşamaları, geçişleri ve esnekliği gösterebilmek önemli.
Ama hakkâniyet adına şunu da ifâde etmek gerekir: Arap Baharı gibi içinde çoklu krizleri barındıran ağır bunalım dönemleri, her devlet ve devlet adamı için altından kalkılması zor imtihanlardır. Böyle zamanlarda savrulmalar artar, istikâmet tâyin etmek zorlaşır. Usta kaptan dalgalı denizde belli olur derler; ama biz gene de bir imtihanı veremedi diye yetişmiş devlet adamlarımızı kolayca harcamayalım.
Eleştirelim; ama endâzeyi kaçırmadan, toptancı hükümlerin sığlığına kapılmadan, hakkâniyet hudutları içinde kalarak...