İstanbul'da üniversite okuyan Subhi Şafak, 'sürgün' hayatlarındaki Ramazan ayına ait olan anılarını yazdı. Babası kayıp olan Şafak annesi ile de 3 yıldır görüşemiyor. İşte Subhi Şafak'ın küçük kardeşi ile anılarının olduğu Doğu Türkistan'da Ramazan yazısı;
Geçmiş, kardeşim ve benim için unutulmaz kare ve anılarla dolu, çünkü ‘'sürgün'' hayatımızda elimizde kalan tek şey o olsa gerek. Ana vatanımızın buram buram toprak kokusu, heybetli dağları, acı-tatlı hikayelerinden mutlu aile soframıza kadar her hatıra, günlük sohbetimizin olmazsa olmazı haline geldi artık. Ayların tacı mübarek Ramazan ayında bu özlem ve sevdamızın tek şifası olan geçmişimize daha da sarıldık.
Küçükken Ramazan ayları,memleketimiz Hotan'atatil hasebiyle gittiğimiz vakte denk gelirdi, akrabalarımızla geçirdiğimiz o günler ne kadar güzeldi. Başımdan okşayarak sahura uyandıran annemin eli, uyuklayarak yediğimiz Uygur pilavı ve sonrasında gelen baba duası... Hafızama nakşedilmiş sanki. Babaannemin evinin yanında büyük bir mescit vardı, üzüm bağları ve büyük saksılı çiçekleri ile adeta bir bahçe gibiydi. Ramazan ayına özel birtakım temizlik ve düzenlemelerden geçen mescit, Ramazan ayında bambaşka bir coşkuya şahit olurdu. Arabalarla kavun, karpuz, ekmek ve kuruyemişler getirilip depolanırdı. İftar çoğu zaman burada cemaetle beraber yapılırdı. Sofranın başında imam, sonunda da biz çocuklar otururduk, beyaz sakallı dedelere ve işinden henüz dönmüş genç abilere kadar herkes bu sofrada olurdu. İftar sonrası akşam namazı, ardından teravih kılınır,hatta teheccüd bittiğinde ancak dağılırdı cemaat. Sonrasında mahallenin çocukları devreye girerdi; “Hoş mübarek geldi ramazan, oruç tutmayanlar çok hâr iken, önceki seneden müslümanlar nerededir, bize var mıdır tatlı şekerler'' diye koşup düşerek mahalleyi gezerlerdi ve avuç avuç şekerlerle evlerine dönerdi.Hatta bazen insanlar grup olur, def ve dutar gibi milli enstrümanları ‘'esselamun aleyküm yatan zenginler, ramazanın zekatına batan zenginler'' koşağına çalarak insanları oruç ve zekata teşvik ederlerdi. Babaannemin anlattığına görebu adetler, büyüklerimizden gelen geleneklerdi, o nedenle bu kültüre doğup büyüdüğüm Urumci'de hiç rastlamazdık.Ramazan ayında öğretmen olan halamın, polis eniştemin ve doktor kuzenimin sadece ailemize özel sahur sofralarında aramıza katıldığını, iftar ve teravih gibi toplu etkinliklerde ise ortadan kaybolduğunu fark ediyordum. Meğerse onlar devlet memuru oldukları için elleri kolları bağlıymış, dini bir izlenim uyandıracak herhangi bir harekette bulunmaları durumunda devlet tarafından sadakatsiz olarak nitelendirilir ve işten atılırlarmış. Öğretmen halamın,oruç tutup tutmadıklarını tespit etmek için öğrencilerini yedirip içirdiğinden bahsederken gözünden akıp eteğine düşen o yaş damlası hala gözümün önünde...
Ortaokul yaşıma geldiğimde, artık Ramazan'ı ailecek Urumci'de geçiriyor olurduk. Başkent olması hasebiyle Ramazan burada daha da coşkulu ve hareketli geçiyordu. Türk kültürünün aksine sahurda kahvaltı yerine “lagman”, “polo”, “manta” gibi yemekler, iftar için ise “suyukax”, “çöçüre” gibi sulu yemekler tercih edilirdi. Fakat iftarı nadiren evde yapardık, çoğu zaman dostlar ya da komşularda misafirlikte olurduk. Tabii, nöbet sırası bizede gelirdi, “Ramazan bereketi” diyerek sofralar kurulur, annem tüm maharetini kullanarak hem babamın hem de misafirlerin duasını alırdı. O sofralarda bir daha oturmak nasip olur mu bilemem, fakat oturduğum sofraları onlara denk kılamayacağım apaçık. İftar sonrası babam camaatle beraber camiye koşardı. Cami seçerdi bir de, “Beytullah Cami'de bugün hatme var”, “Ak Mescit'te bugün dua kılınacak” diyerek çıkardı evden. Biz ise ne caminin topluca iftar yemeğine dahil olabilir, ne de teravihe katılabilirdik, çünkü ne yazıkki, kadınlara yasak daha önceden gelmişti. Yine de annem evde her gün teravih okurdu, hatta komşularımızda katılırdı bu gizli etkinliğe. Üniversite eğitimi için bizim şehrimizde yaşayan kuzenlerim, sabahları kalkıp oruç tutmak bir yana, abdest almanın bile tehlikeli olduğundan, dolayısıyla Ramazan gecelerini sahursuz geçirdiklerinden yahut ışıksız ortamda hızlıca yiyip namazı da işaretle kıldıklarından bahsederdi. Kuzenlerimle beraber ramazan ayına özel dahada hareketli hale gelen caddeleri gezerdik, oyuncular ve yazarların da yolu düşerdi buraya sık sık. Bu caddelerde Uygur sofraları yalnızca sahur ve iftar için açılırdı. Yöresel yemek ve tatlılardan ‘'opke hisip'' mi dersiniz ‘'mirinka'' mı, canımız ne çekerse buradabulabilirdik. İftardan sahura kadar kalabalık ve coşkuyla dolan cadde,sahur sonrası sessizliğe bürünürdü. Ezan sesi, art arda duyulan teravih duası, cami önünde tesbih, parfüm, hurma, Kur'an ve dua kitapçıkları satan çocuklar da...
Şimdi duydumki, iftar için toplandığımız mescit yıkılmış, abi-ablalar ibadetleri yüzünden ‘'vatana sadakati'' öğrenmek için eğitime gönderilmiş; komşuluk ve dostluk bağlarını şüphe ve korku bulutları zayıflatmış; imam hapse, cemaat kamplara gönderilmiş, cami, cemaati olmayanbir müzeye dönüştürülmüş, içinde düzenlenen iftar toplantısı ise içki-şarap yarışmasına çevrilmiş; o caddelerde restoranlar tüm gün açık hale gelmiş, oruçsuzlarzaten çoğalmış fakat daha çok gelirelde eden restoran sahiplerinin yüzü aksine hasretle kaplanmış, hüzünle dolmuş; sofralarda ise ne baba duası kalmış ne de çocuk cilvesi….