Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Ölmeden önce söylemiş; usta yönetmen Godard’ın beş cümlesi

Geçtiğimiz gün ötenazi kararı ile 91 yaşında ölen Fransız-İsviçreli yönetmen Jean-Luc Godard, son röportajında kendisine ve sanat anlayışına ilişkin sorulara cevap verdiği son sözleri yayımlandı

2 Yıl Önce Güncellendi

2022-09-20 14:51:58

Ölmeden önce söylemiş; usta yönetmen Godard’ın beş cümlesi

Sinema dünyasına "aykırı" gelen kişiliğiyle, entelektüel ve sanatçı çevresini hep meşgul etmiş mesajlarıyla tanınan Yeni Dalga' akımının kurucularından Jean-Luc Godard hep olduğu gibi sözünü bu röportajda da sakınmamış... Godard, kendisiyle görüşmeye gelen gazetecileri de epey uğraştıran cevapları yanında medyayı ve Fransa'yı da eleştiriyor...

Mediapart'dan Jade Lindgaard ve Ludovic Lamant'ın 2021'de Godard'ın ölümünden önce yaptıkları son röportaj, her iki gazetecinin de usta yönetmeni anlamakta güçlük çektikleri anların itirafını da kayda değer şekilde paylaşılmış…

İşte o röportajdan önemli kesitler…

En büyük sinemacılardan biri olarak kabul edilen, Yeni Dalga akımının öncü çehrelerinden Godard, özellikle Serseri Âşıklar (À bout de souffle), Nefret (Le mépris) ya da Çılgın Pierrot (Pierrot le Fou) filmleriyle tanınmıştı. Mediapart'ın Godard'la bir yıl önce, 3 Aralık 2021'de yaptığı ve “Jean-Luc Godard'la buluşma: ‘Konuşamayız' ” başlıklı, son söyleşisi: Jean-Luc Godard ile son röportajın hikâyesi…

Söyleşinin bizim umduğumuz gibi yapılmayacağını çok çabuk anladık. Yağmurlu bir Kasım günü Léman Gölü kıyısındaki Rolle'e (İsviçre) vardığımızda, tek bir şeyden emindik: Geçen yılın o 3 Aralık gününde 91 yaşında olan yönetmen, bizimle söyleşi yapmayı, bir filmin çıkışına bağlı her tür ajandanın dışında, ilkesel olarak kabul etmişti.

Mediapart'a vermiş olduğu ilk söyleşiden ve Paris'te Cinéma des cinéastes'ta kamuya açık bir buluşmadan on bir yıl sonra, son filmi “İmgeler ve Sözcükleri” (Le Livre d'image: Türkiye'den erişilemiyor) ile gözümüzü kamaştırmış olan o muazzam sanatçıyı tekrar görme fırsatıydı bu. Sinemacıyla kuşluk vaktinden îtibâren en az bir saat, belki daha fazla görüşebilecektik. Göle birkaç yüz metre mesâfedeki evinde. Fotoğraf makinesi ya da kamera olmayacaktı. Söyleşiyi bir kadın ve bir erkeğin yapması ve eşit sayıda soru sorulmasının gerektiği bildirilmişti.

Jean-Luc Godard'la randevu, dostu Filistinli târihçi ve şâir Elias Sanbar sâyesinde ayarlandı — “Sosyalizm Filmi”nde (Film Socialisme,2010) görünür. Söyleşiden birkaç gün önce, Fransız televizyon kanalları çarkının müthiş gözlemcisi bir Godard tasviri yapıyor bize — özellikle de sürekli haber kanallarının.

Evine vardığımızda, bizi salonunda ağırlıyor; görüşme için her şey hazırlanmış: Koltuğunun karşısına iki koltuk konulmuş, öteberimizi koymak için ufak bir masa var. Gelir gelmez Godard elimizi sıkıyor. Maskelerimizi çıkarabilir miyiz diyoruz. Kabul ediyor, koltuğuna gömülüyor, sırtı pencereye dönük. Arkamızda, sönük bir plazma ekran var.

Duvarda, onun sağında, bir kadının siyah beyaz portresinin devâsâ bir kopyası var; kadının kim olduğunu sohbet sırasında, Godard'ı hayal kırıklığına uğratma pahasına geç de olsa anladık: Gençlik yıllarında filozof Hannah Arendt. Bürosuna ve salonun yanıbaşında bulunan montaj odasına götüren merdivenin ilk basamaklarında oturan yardımcısı Jean-Paul Battaglia söyleşiyi uzaktan dinliyor. Saat sabahın 10'u, bir sohbet şekillenmeye başlar gibi.

Siyâsî tartışmaları, televizyondaki programları biraz izliyor musunuz?

Evet, elbette, fakat… Yapıldığı şekliyle klasik sinemayı bıraktım. Aslında, artık çok ilgilendirmiyor beni; televizyonda da olsa, büyük bir ekranda veya Netflix'te de olsa. İlgilendirmiyor beni, çünkü dümdüz. Benim için yeryüzü düz değil. Uzun zamandır, metin istismârına, senaryonun ve başka şeylerin istismârına karşıydım, biraz karşıydım. Ve izlenimcilere kadar olan biraz klasik resme duyduğum muhabbet bana bir şekilde yardımcı oldu; çünkü onlar gazetelerin dışındaydılar.

Cézanne Zola'yla arkadaştı, ama iki farklı dünyaydı bunlar. Ve ben daha ziyâde Cézanne'ın tarafına geçtim. Dreyfus'ü belki Cézanne da umursuyordu, ama o Dreyfus için Zola gibi militanlık yapmıyordu. Dolayısıyla ben de, sizinle berâber militanlık yapmıyorum. Kaldı ki, o dönemde Mediapart'a abone olmayı kabul etmedim, çünkü sinemanın bir şeyine ters gibi geliyordu bu bana.

Ne bakımdan ters?

Çünkü kâğıda ya da televizyonun üzerine basıyorlar; halbuki en azından filmler ya da başka şeyler yapmalılar… Ama bu hâle gelen dünya zâten. Kendimi de ilginç bulmuyorum. Uzun süre kendimi ilginç buldum. Çünkü insanlar bana benden bahsederler. Yaptıklarımdan. Üstelik, artık onlara konuşamıyorum, bana benden bahsetmeseler bile. Çünkü yurttaşlarımın dilini konuşmak zorundayım. “Bakmadığımı fark ediyorum”

Dil dediğim zaman da bütün dilleri kastediyorum. Çek olsaydık, Çekçe konuşacaktık — ben hâlâ Çekoslovak diyorum. Rus olsaydık, Rusça konuşacaktık. Fransız iseniz, Fransızca konuşursunuz. Ama bütün bunlar alfabe. Google'ın kesinlikle Alfabe adını alacağını gördüğümde ise, kendi kendime, “Gördün mü? Oldu işte” dedim. Dolayısıyla benim için en büyük suçlu –şâyet suçlu sözcüğünü kullanmak gerekiyorsa–, ya da bir nevi sponsor, ya da şeytan –eğer dindarsanız–, alfabedir.

Neden? Hangi büyük suçun fâili?

Çünkü harfleri –ki daha sonra rakamlar hâline geldiler– istediğiniz yönde bükebilirsiniz. Bunu biraz Cézanne'a bağlarsak, günlük dilde kullanılan kelimeyle görüntülere bağlarsak, o zaman, var kalabiliriz. Bunu yapmazsak; bir görüntüyü ya da karikatürler gibi verilen bir görüntüyü sâdece yorumlarsak, hiçbir işe yaramaz bu. Dolayısıyla epey yalnızım, böyle bir hapishânede.

“Konuşamadığımıza inanıyorum”

Bunun yerine, bana benden bahsediyorsunuz. Bu beni ilgilendirmiyor. Fransa'daki solun son atomlarından birinin ne olduğunu son bir kez görmek için nezâketen yapıyorum bunu. Sola her zaman değer veririm, ama onu sola koyarım. Bu ilginç değil. Bu ilginç değil. İnsanlar merâmını anlatabilmek ile dili karıştırıyor, bilim bile. Tabiî ki bütün bunlarla hâlâ ilgileniyorum zîra iki ayağım hâlâ yere basıyor. Dolayısıyla konuşamadığımıza inanıyorum. Sanırım konuşamayız. “Sinemacı olarak bakışımda bir şey var zannettim”

Söyleşinin bu aşamasında, Jean-Luc Godard'ın saptamakta olduğu başarısızlığı göz önüne alıp oradan gidebilirdik. “Konuşamayız”, iki kez söylemişti bunu: Mesaj açıktı. Fakat biraz inattan, biraz meraktan, eserine olan hayranlığımızdan ve oluşmakta olan tuhaf durumun büyüsüne kapılarak, kaldık orada. O andan îtibâren, hazırlamış olduğumuz titiz soru listesi hükümsüzleşmişti. Dolayısıyla Godard köpeklerinden bahsetmeye başlayınca rahatladık.

Jean-Luc Godard : Anne-Marie'yle [Miéville, karısı – Fr.Ed.N.] köpekler almaya başladık; barınaklardan topladık — hattâ sonuncusunu İspanya'dan aldık. Çünkü köpekler ilginç: Onlara bakarsanız, bakışlarında her şeyin olduğunu görürsünüz. Bizim ise bakışımızda hiçbir şey yok. Uzun süre boyunca sinemacı olarak bakışımda bir şey var zannettim; bugün inanmıyorum buna. Siz bana bakıyorsunuz, ben size bakıyorum, ama bu bakışla hiçbir şey ifâde etmiyoruz.

Birazcık etmiyor muyuz yine de?

Hayır, hiç. Bakışınızın ardında bir niyetiniz var, ama bakışınızı ya da televizyondaki herhangi birinin bakışını bir köpeğin bakışıyla karşılaştırırsanız — yeterince tanıdığım başka hayvan yok, ya da atın veya balığın, ama yeterince tanımıyorum: Biz bakmıyoruz. Görüyoruz, ama gördüğümüzden bahsediyoruz. Hayvanlar bunu yapmazlar. Halbuki onların da bir ağzı var. Başka bir şey bu.

Gözlerle, bakarsınız. Bir kamera gibisinizdir. Ben de bakarım. Ama o kadar; çünkü dilimizi konuşuyorum ve başka şey konuşmuyorum. Dolayısıyla fazladan her lâf ettiğimizde, yarârı yok bunun. Bunu meraktan yaparım, o lâfları kimler ediyormuş diye: “Dünyayı değiştirmek gerek”, “Kömüre karşı olmak gerek” diyenlere, ya da böyle olmak… Beni eğlendirdiğinden değil; hâlâ buna ilgi gösterdiğim için acıyorum kendime. Ama hâlâ yeryüzünde olduğuma göre, daha yaşayacak birkaç senem olduğuna göre, yapıyorum işte. Hepsi bu. “Alfabenin îcâdından beri, biraz lânetlenmişiz”

Ama sizin rûhunuzun derinliklerini yoklamaya ya da şunu veya bunu neden yapmış olduğunuzu sormaya gelmedik. Bizi ilgilendiren, içinde olduğumuz dünyada size has o bakışın gördüklerinden bir şeyler kapabilmek.

Söylüyorum ya size: Bakmadığımı fark ediyorum. Köpekler bakıyorlar. Onlar gibi bakmayı bilmediğimi görüyorum. Zîra ben hemen konuşurum. Hemen konuşurum. Alfabenin îcâdından beri, biraz lânetlenmişiz. Şeytan ayrıntıda gizliyse, o harflerin ayrıntılarında; matematikçiler sâyesinde çok hızlı biçimde milyarlarca rakam hâline geldiler. Başka hiçbir şey söylemiyorum.

Yazının îcâdının insanı diğer canlı türleriyle arasındaki ortak yaşamsal ilişkilerden kopardığı varsayımı, filozof David Abram'ın “Yeryüzü Nasıl Sustu” (Comment la Terre s'est tue) adlı harikulâde kitabının merkezini oluşturuyor. Ona bu fikri anlatıyor ve kitaptan bahsediyoruz. Bizi köşeye sıkıştırıyor: “Sâdece yazdıysa, bu ilginç değil. Benim gibi yapıyor. Konuşmaktan kendimizi alamıyoruz. Kurtlarla kuzu gibi yapsak daha iyi olurdu.” Sonra da: “Ama bütün bu söylenenler ilginç değil ki. Usanç verici. Öyleyse, böyle bir şeyi hâlâ ilginç bulan kimseleri görmek istiyordum; bir defâ, benim de bulunmuş olduğum eski bir yeri tekrar ziyâret etmek, onların ne hâle geldiğini görmek gibi. İşte.” “Dünyanın daha iyi olmasına yetecek kadar hüzünlenmiyoruz hiç”

O sırada, özellikle “Yeni Dalga”da (Nouvelle vague, 1990) filme çekmiş olduğu Léman Gölü'nün yakınında oturmanın onu değiştirip değiştirmediğini öğrenmeye çalışıyoruz. Bu yakınlığın onda doğaya bir bağlanma yaratıp yaratmadığını. Neredeyse küplere biniyor: “Ama hiç alâkası yok. Bana benden bahsediyorsunuz, bence sizin benim niçin İsviçre'ye geldiğimi bilmenizin hiçbir ilginçliği yok. Bu konuda bana bir şey sormak için hayâtımı benim bildiğimden de iyi bilmek gerekirdi. Yoksa, yüzlerce söyleşide bin kere söylemiş olduklarımı tekrarlarım size.”

Aramızda bir duvar yükseliyor gibi. Soru cümlelerimizin sonlarını tekrarlıyor: “Ne demek?”, “Demek değil mi?”, “Nasıl demeli?”. Ve yorumluyor: “Bütün bunları kaydediyorum. Bugün, ömrümün sonunda, bunlar benim yaralarım. Çok erkenden yaralandım. Çünkü kötü karakterim, ya da cevap yetiştirme merâkım, aslında ufak bir iğnelemeye cevap yetiştirme, ama bugün daha da kuvvetleniyor. Telefon operatöründen iPhone‘umun bir şeyini kontrol etmek istediğimde, biri çıkıyor ve bana, “Bunu yapamayız, üzgünüz” diyor. Ben de bir türlü defedemediğim o cevap yetiştirme merâkımla, “Üzgünüz diyorsunuz ama, asıl üzülen benim” diyorum. Sonra işler çabucak karışıyor. Alfabe bu. Şeytan ayrıntıda.”

Ekran-Resmi-2022-09-17-07.50.20-768x566

İsviçre'de Léman Gölü'nün Rolle kentinden görünüşü, Kasım 2021'de yağmurlu bir gün.

En yeni filmi “İmgeler ve Sözcükleri” (Le Livre d'image) sömürgecilik karşıtı mücâdeleleri anıyor. Arap ayaklanmalarının soluğu da hissediliyor bu filmde. Bu siyâsî kaynaşmayla arasında şu veya bu şekilde bir bağ hissedip etmediğini öğrenmek de istiyoruz. Son bir soru sormayı deniyoruz.

Gençliğin iklim hakkında, #MeToo ile cinsiyetçi ve cinsel şiddete karşı, polis şiddetine karşı bu başkaldırı ânı sizi etkiliyor mu?

Bütünüyle, Mayıs 68'de ya da başka anlarda olduğu gibi. Her başkaldırı sempatiktir.

Mayıs 68 ile bugün arasında benzerlikler var, ama çehreler farklı, meselâ Greta Thunberg…

Hepsini alkışlıyorum, yürekten birlikteyim onlarla, dışarıdan, şâyet bana bir bağış makbuzu gönderirse, öderim de.

Ekran-Resmi-2022-09-17-07.54.26

Jean-Luc Godard Détective filminin sunumu için Cannes Film Festivali'nde, 10 Mayıs 1985.

İsveçli çevre militanı üzerine şunu da söylüyor: “İyi, Glasgow'da yaptıkları [COP26 sırasında – Fr.Ed.N.] çok sempatik. Fabius [2015'teki COP21'in başkanı – Fr.Ed.N.] yapacak değil ya bunları.” Genç kızın lisede öğrenci olduğu sırada, elinde “İklim Grevi” pankartıyla İsveç Parlamentosu önündeki yalnız fotoğraflarına getiriyoruz sözü: “Onun çok iyi olduğunu düşünüyorum, benden çok daha fazla kamuoyuna sâhip ve buna çok memnunum.” Az sonra, “Şu cümle Greta Thunberg'den de olabilirdi: ‘Dünyanın daha iyi olmasına yetecek kadar hüzünlenmiyoruz hiç” diyor.

Her karınca daha iyi ya da mümkün olduğunca az kötü yaşamaya çalışıyor. Şu an çok ilginç bir an, Fransa'da olup bitenler Fransa için çok ilginç; ciddî bir biçimde hasta ama bunu biliyor; çok sayıda başka rejim ya da ülke bunu bilmiyorlar. Jean-Luc Godard'ın beş cümlesi

Kayıt cihazlarını durdurmaya ve Rolle'den ayrılmaya hazırlanıyoruz. Fakat Godard son bir kez araya giriyor ve bu defâ bizi tutuyor. Söyleşinin başında bize, “hâfızasında kalan ve bunları hatırlayıp hatırlamadığını görmek için bâzı akşamlar tekrarladığı” beş cümleden bahsetmişti. Fakat görüşmemizin bu aşamasında, onunla bizim aramızdaki bu bir buçuk saatlik gelgitli sohbetin sonunda, artık unutmuşuz.

Jean-Luc Godard : Size beş cümlemi söylemedim! Unuttunuz, ben hatırlatmak zorunda kalıyorum. Bana yardımı oluyor bunların, eğer size söylersem. Yardımı oluyor, onları hâlâ bilip bilmediğimi kontrol ediyorum.

Hiç değilse bir işe yaramış oluruz.

Tamam. Birincisi, Bernanos'un “Aşağılanan Çocuklar”ından (Les Enfants humiliés) ya da başka bir kitabından. Kaldı ki bundan Saraybosna üzerine ufak bir film yaptım [Je vous salue Sarajevo – “Seni Selamlıyorum Saraybosna”, 1993'te, bkz. aşağıdaki video – Fr.Ed.N.] : “Bilir misiniz korku yine de Tanrı'nın çocuğudur, Kutsal Cuma gecesi kefâreti ödenmiştir, kâh buruş buruş kâh medyatiktir, görülecek hâli yoktur, ama yanılıp da onu yabana atmayın, her can çekişmenin başucundadır, insan adına aracılık eder.” Bugünün korkan Fransa'sına tam oturabilecek bir cümle bu. CNews bile bundan bahsedebilir.

İkinci cümle Bergson'dan. Bana bunu eski bir rejisör yollamıştı, önceden de bu alıntıyı yapmıştım, o tekrar benden alıntı yaptı, sonra da “Sosyalizm Filmi”nde (Film Socialisme) bunu Alain Badiou'ya söylettim: “Ruh beslendiği algıları maddeden ödünç alır ve özgürlüğünün izini bıraktığı hareket biçimiyle geri verir.” “Algı” sözcüğünü hiçbir zaman iyi anlayamadım, maddenin algıları.

Üçüncü cümle, Sartre ile Simone de Beauvoir döneminde, Socialisme ou barbarie (“Ya Sosyalizm Ya Barbarlık”) adında ufak bir gruplaşma zamânının filozofu Claude Lefort'un bir cümlesi: “Modern demokrasiler düşünceyi ayrık bir siyâsî alan hâline getirerek totalitarizme zemin hazırlamaktadır.” Ve işte, daha sonra totalitarizm üzerine kitaplar yazmış olan bir genç kızın portresi.

Hannah Arendt'in siyah beyaz portresini gösteriyor.

Bu dönemde Heidegger'e âşıktır. Bu görüntü Anne-Marie'nin [Miéville] bilmediğiniz filmlerinden birinden; adı: “Hepimiz Hâlâ Buradayız” (Nous sommes tous encore ici, 1996 – Fr.Ed.N.].

Sonra, dördüncü bir cümle var. Yazarın adını hatırlayabilecek miyim? Bulabilmek için iPhone'uma Kitle ve İktidar kitabının adını yazayım [1960'ta yayımlanmıştır – Fr.Ed.N.].

Jean-Paul Battagia (yardımcısı): Ben yaparım… Elias Canetti.

Bu cümleyi “İmgeler ve Sözcükleri” filmine (Le Livre d'images) koydum – o sıradaki karım tarafından söyleniyordu. Greta Thunberg'e söylenebilirdi bu: “Dünyanın daha iyi olmasına yetecek kadar hüzünlenmiyoruz hiç.”

Ve bir beşinci cümle ekleyeyim; zamânında romanlarını çok sevmiş olduğum Raymond Queneau'nun bir cümlesi. Şöyle bir aforizma: “Herkes iki kere iki dört eder diye düşünür, ama rüzgârın hızını unuturlar.”

Sönmüş purosunu tekrar yakıyor.

Beş parmağımda beş cümle, yıllardır bunları hatırlarım ve kendime tekrarlamaya çalışırım, bir kılavuz gibi. Bunu mekanik bir biçimde yaparım ve bâzen, üzerlerine biraz düşünmeyi denerim, bu cümlelerle berâber olmayı. Genellikle bilhassa uykuya dalarken. İşte. Beni konuşturmayı becerdiniz demek. Mâdem ki bunu istiyordunuz.

Kaynak: Mediascope, Çeviri: Haldun Bayrı

Haber Ara