"Yan arabadan bağırdı biri, "Duydunuz mu, askerler köprüyü kapatmış!"
An içinde sayısız düşünce, patlayan bir barajdan boşalan sular gibi zihnime doluştu.
Önce şaşkınlıkla radyoyu karıştırdım ne olduğunu anlamak için...
Bu durum, muhtemel bir düşman saldırısı için alınmış önlem gibi görünmüştü ilk başta bana.
Nice devlet başkanlarımızı alaşağı eden kronikleşmiş bürokratik hastalıklarımızın sona erdiği vehmine kapıldığımız için darbe olasılığı aklımıza gelmemişti. Ancak az sonra radyodan geçilen anonslar tahmin etmediğimiz o olasılığı teyit etmişti. Asker, darbe yapmıştı!..
Araçtan ve trafikten kurtulup insan selini yararak köprüye ulaşmak saatlerimizi almış ve vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Darbecilerin bulunduğu saflara araçla gidilebilseydi şayet yapmak isteyeceğimiz ilk şey, aracı doğrudan asker topluluğunun üzerine sürmek olacaktı.
Öfkemiz, gem vurulacak gibi değildi. Ülke olarak atlattığımız bunca badireden sonra hiç kimsenin sırf elinde silah var diye üzerimizde tahakküm kurmasına katlanamazdık. Türkiye muazzam evriminin bu aşamasında tekrar bürokratik oligarşinin hüküm sürdüğü kapalı bir topluma dönüşemezdi. Zamanda geriye gitmek ancak filmlerde mümkündü... Benim gibi düşünen binlerce insanla omuz omuza silahların ateşlendiği yöne, köprünün girişine kadar yaklaştık.
Adeta, Edward Zwick imzalı "Son Samuray" filminde, asker mitralyözlerinin karşısındaki samuraylar gibiydik. Tek farkla... Biz, kendimizi savunacak silahlardan yoksunduk. Bu savaşı ilginç kılan da buydu zaten. Ete karşı, çelik... Müdafaayı, daha çok ölerek yapabilirdik ancak.
Bunun için insan kaynağımız yeterliydi. Çöpçüsü, tezgahtarı, temizlikçisi, şoförü, garsonuyla büyük ölçüde statüsüz kalabalıklar, heyecan içinde mükemmel bir ölüm için adeta firsat kolluyorlardı. İhtilale şahit olan Fransızlar gibi talih, tarihsel bir anı ayaklarımızın ucuna kadar getirmişti işte.
Bu gece, karanlıklar aydınlanmadan, bu ülkedeki iki tarihsel çizgiden biri için kader hükmünü vermiş olacaktı.
Bu, kim olacaktı?
Sultan 3. Selim'i planladığı reformlar için çenesini palayla uçurarak katleden bürokratik iktidar mi, yoksa ülke dönüşümünün asil katalizörü olan geleneksel değerlerle mücehhez tutkulu orta sınıf mı?
Hangisi?
Bu, bürokrasi ile halk arasında ilk karşılaşma değildi şüphesiz ama en sıcak ve bize en yakın olanıydı. İstiklal Mahkemelerinde, Dersim'de, 60'in dar ağaçlarında, 80'in demir yumruğunda belirginleşen devletin soğuk yüzüyle aramızda sadece birkaç adim vardı. Devleti halktan geri almak isteyen bürokrasinin hain kanadi kalabalıklara çevrilmiş namlularıyla tam karşımızdaydı.
Tanktan ateşlenen ve sonik bir patlamayla geceyi ansızın aydınlatan top mermisi, köprü ahalisini bir anda mezar taşı gibi hareketsiz bırakmış, çehreleri bembeyaz kılmiştı. Ardından helikopterden açılan ateş, kalabalıkları biçilmiş başaklar gibi olduğu yere sermişti. Kan revan içinde yere yığılanlar, motosiklet arkasında ambulansa taşınanlar, sükunetle bekleyenler, sesli sesli salavat çekenler, ağzında sigarasıyla yerde sürünenler, asasıyla meydan okuyan yaşlılar, tesbihiyle olduğu yere mıhlanmış, dimdik duran anneler... 15 Haziran 1826'da Karacehennem İbrahim Ağa toplarını Atmeydanı'ndaki yeniçeri kışlalarına doğru ateşlendiğinden beri görülmedik bi mahşer yaşanıyordu İstanbul'da. Evet, Niğbolu, Mohaç, Ridaniye hepsi gerçekti... Çünkü bütün o büyük işleri başarmış olanlar, bu akıl almaz direnişi gösterenlerin dedeleri olabilirlerdi ancak... gece sıkılan mermilerden hiçbiri ne bana ne de o an birlikte olduğum kardeşlerimden birine isabet etti. Mukadderat bizi tercih etmemişti. Ama hava ışıyana dek orada çok kişi gazi, pek çok kişi de şehit oldu. Tek cephe köprü değildi elbette. Memleketin her yanında şehitlerimiz vardı. Muhalefetin “kontrollü” diyerek gölgelemeye çalıştığı darbede, darbeciler kontrolsüz, barbarca bir şiddet sahnelemişlerdi. 15 Temmuz'da şehit olan o insanlara Allah'tan rahmet diliyorum. Bu insanlar en kritik zamanda canlarını feda ederek izzetimiz, harimi ismetimizi kurtardılar. Onlara ne kadar çok şey borçluyuz...”
Şimdi bakınca bundan tam iki yıl önce yazılmış bu metin çok eksik görünüyor gözüme. O uğursuz gecenin karanlıklarında verilen amansız mücadelenin eşsiz manzaralarından çok az iz var burada. Fakat biliyorum ki o gece tanık olduğumuz yüce kavga, kelimelerin tasvir edebileceklerinin çok ötesinde derinliklere, ulviliklere sahip. Daima hatırlanacak o soylu döğüşün yanında o güne dair yazılmış her şey sadece yan yana, üst üste istiflenmiş basit ve kuru kelimelerden ibaret kalıyor. 15 Temmuz, bu toprakları vatan yapan o kutsal bilincin ette kemiğe bürünerek bir kez daha yaşama iradesini ortaya koymasıydı. 15 Temmuz varoluş iddiamızın her şeye karşı sürdüğünü ve süreceğini; bu iddiayı muhafaza eden gözü pek insanları olduğunu tüm dünyaya gösterdi. Bu tabloyu borçlu olduğumuz tüm şehit ve gazilerimizi rahmet ve hürmetle anıyorum. Allah onlardan razı olsun.