Liseye geçiş (LGS ) sınav sonuçlarına dayalı okul tercihleri açıklandı.
Öğrenciler aldıkları puanlara göre okullara yerleştirildiler.
Nitelikli bir lise, iyi bir geleceğin anahtarı olarak görülüyor günümüzde.
İyi bir lise iyi bir üniversiteye, o da, sahibini beyaz yakalılar arasına dahil edecek sabit gelirli bir işe zemin hazırlayabilir diye düşünülüyor.
Zihnimde lise sıralarından mesleğe uzanan modern zincirin halkalarıyla, sınavda birinci olan öğrencilerin fotoğraflarına tekrar baktım ve onların hangi konuda yetkinlik kazandıklarını düşünmeye çalıştım. Bunu eminim siz de düşünmüşsünüzdür…
Yani, okul öğrencilerde neyi geliştiriyor?
Hiç kuşkusuz disiplin, sorumluluk duygusu ve teorik zeka olarak cevap verilebilir buna.
Bir diğer soru da şu…
Okulun gençlerde geliştirdiği melekeler, onların kendilerini gerçekleştirmelerine ne kadar faydalı olacak?
Öyle ya, maddiyat insanın ihtiyaçlarından sadece biri.
Bir de kişisel yeteneklerin gelişip serpilmesiyle insanın elde edeceği manevi tatmin meselesi var ki çağımızın büyük noksanı bu bana kalırsa...
****
60'lı yıllarda tahta bavuluyla İstanbul'a ayak bastığında babam henüz 15 yaşındaymış. Ebeveyn himayesinden yoksun, tamamen yalnız ve yabancı bir şekilde tanımadığınız bir şehre ayak bastığınızı düşünün. Üstelik LGS'ye giren öğrencilerin yaşında olduğunuzu. Düzenli aldığınız harçlığınız, sizi okuldan kapınızın önüne bırakacak servisiniz, dağınıklığınızı toplayacak kimseniz, telefonuyla kapıların size açılmasını sağlayacak torpiliniz yok!
Durum böyleyken bulunduğunuz yerde var olmak, bir meslek öğrenerek ekonomik özgürlüğünüzü elinize almak zorundasınız!
Böyle bir durumda hayatta kalmak için yapılacak şey, daima teyakkuz halinde olarak tüm kişisel güçleri, kabiliyetleri seferber etmek olacaktır herhalde. Nitekim babamın da mensubu olduğu o kuşak, teşebbüs kabiliyeti, zekası ve cesaretiyle Türkiye'nin katalizörü olan yeni orta sınıfını meydana getirdi.
Türk sinemasının büyük yönetmeni Lütfi Akad'ın Gelin, Düğün, Diyet üçlemesi, sinemasal yetkinliğinin yanında o dönemi anlamak için bir laboratuvar gibidir. Çünkü sözünü ettiğimiz dönemin insanını, köy-kent çatışmasını ve yeni şekillenen sosyolojisini iç içe geçirerek son derece gerçekçi çizgilerle resmeder filmler. Akad'ın üçleme boyunca sunduğu tablolar Amerika'nın kuruluş dönemini ele alan John Ford imzalı westernlerin arka planıyla da örtüşür. Her ikisi de kuruluş dönemini ele alan sinemasal anlatımlardır…
Ben ne zaman bu üçlemeden herhangi birini izlesem tüm alüvyonlarıyla Anadolu'dan İstanbul'a akan insan ırmağının ne kadar bereketli olduğunu düşünürüm.
Akad, filmlerinin öznesi olan söz konusu tipolojiyi şöyle tahlil ediyor:
“Müşahade ettiğim müşterek vasıfları şu: Hangi sınıftan, hangi kesimden gelirse gelsin Anadolu'dan gelen insanlarımız sıradan insanlar değil. Hepsi çetin ceviz… Mücadeleci ve başarılı insanlar. Gelip de başarısız olan hemen hemen yok. Bir de bir şey var: Son derece efendi, son derece iyi ve geleneksel kültürlerinin bütün iyi vasıflarını taşıyan insanlar. Yalnız, gelirken bir ormana geldiklerinin bilinci içinde geliyorlar. Ve bir ormanda yaşamanın kurallarını… Bu ormanda yaşamının kurallarına uyuyorlar. O zaman da yırtıcı ve kırıcı oluyorlar. Ama kökenlerinde son derece iyi insanlar.”
Akad'ın, bu kuşakla ilgili evinin bulunduğu Mecidiyeköy'de bizzat gözlemleyerek yaptığı tespitler içinden özellikle “çetin ceviz” ve “mücadelecilik” tanımlamalarını çok önemsiyorum.
Akad'ın tespitlerine şunları eklemek istiyorum.
Bu adamlar, aynı zamanda kendi kendine yeten, zeki, meraklı, girişimci, ciddi, sebatkâr, kanaatkar, gerçekçi, amaç duygusuyla dolu bağımsız insanlar… Türkiye'nin sanayici ailelerinin, önemli sinemacılarının, saygın yazarlarının, hatırı sayılır müzisyenlerinin ve köklü firmalarının bu kuşağın mensupları arasından çıkması sürpriz değil.
****
Bu kuşağın mensuplarının ezici çoğunluğu bugünkü anlamda yoğun, neredeyse çeyrek ömür kadar uzun ve zorunlu bir eğitim sisteminin tezgahından geçmemişlerdi. Yalnızca temel bilgilerin verildiği üç ya da beş yıllık bir okul bitirmişlerdi. Bugünküyle mukayese edildiğinde hiç şımartılmamışlardı. Çocuk yaşlardan itibaren büyük sorumluluklar almışlardı. İstediklerini, babalarının kredi kartını kullanarak değil, emek vererek elde etmeleri gerekiyordu. Tüketici değil, üreticiydiler. Gayret etmekten, ısrar etmekten, bir yol bulmaktan, olmazları mümkün kılmak için çabalamaktan başka yolları yoktu. Bunun için zor koşullarda, sevdiklerini görmeden yıllarca durabilirlerdi. Zamanlarının büyük kısmını okul sıralarında değil, tarlada, tezgahta, atölyede, hayatın içinde geçiriyorlardı. Hatalarının sorumluluğunu aileleri değil kendileri çekiyor, ebeveynleri tarafından kısmen korunuyorlardı. Hayatta kalmak, şereflice yaşamak için birbirlerine tutunmaları, dayanışmaları gerektiğini biliyorlardı. Tıpkı babam gibi, doğup büyüdükleri köyde imkanlar azalıp herkese yetemeyecek hale geldiğinde, yeni fırsatlar peşinde yabancı ve tekinsiz şehirlere gitmekte asla tereddüt etmiyorlardı.
****
Günümüz Türkiye'sinin harcında bugünkü anlamda “eğitimsiz” sayılabilecek bu kuşağın büyük payı olduğu gerçeği bazılarını şaşırtabilir. Ama bu, gerçek…
Ve bu gerçekten geleceğimiz adına bir takım çıkarımlarda bulunmamız gerekiyor. Hepimiz çocuklarımızın önceki kuşaklarla mukayese edilemeyecek kadar kırılgan bir psikolojik ve fiziksel donanıma sahip olduklarını biliyoruz. Bunda aile yapımıza hakim olan korumacı kültür kadar, çocukları emir almaya alıştırarak bağımsız ve özgün yanlarını yok eden eğitim sisteminin de payı var. Çocuğuna üniversite çağına gelinceye kadar hiçbir sorumluluk yüklemeyen, ona bebek gibi davranan, yükünü başkalarına taşıtmayı alışkanlık edinmiş insan yetiştiren aile sayısı, hiç de az değil bugün. Gerekçe ne olursa olsun, bu aile kültürü ve teorik eğitim içerisinde eylemsel yeteneği, girişimcilik güdüsü iğdiş edilmiş, ruhsal anlamda felçli bir kuşak geliyor. En büyük meşguliyetleri sorumsuzca yaşayıp, televizyon ve sosyal medya ile vakit geçirmek olan, çabuk demoralize olan, kolayca cayan, üşengeç bir kuşak… Toplum olarak büyüyen sorunlarımızın üstesinden gelmesi gereken kuşak da bu ama… Bu kuşak bugünkü haliyle bir fırsat değil, bir sorun neredeyse... Sorunun kaynağıysa bu kuşağın içine doğduğu kültür ve o kültürün geliştirdiği sistem…
Daha fazla hayat, daha fazla eylem vadeden ve öğrencilerin özgünlüklerinin, özgüvenlerinin deforme edilmediği; aksine girişimciliklerine, yaratıcılıklarına yatırım yapılan bir modeli tartışmamız ve gerçekleştirmemiz gerekiyor artık. Hem de sadece eğitim sisteminde değil, önce kesinlikle ailede… Takipçilere, tüketicilere değil; öncülere, üreticilere ihtiyacımız var. Bu hedefi önce önce anne ve babalar sahiplenmeli, sonra yetkililer...