Dolar

32,5560

Euro

34,9632

Altın

2.458,54

Bist

9.881,12

AK Parti, HDP ve Çözüm Süreci

Araştırmacı - Yazar Naci Canpolat, AK Parti'nin Çözüm Süreci içerisindeki performansı ve süreç içerisinde kırılma noktalarını Timetürk için kaleme aldı.

9 Yıl Önce Güncellendi

2015-10-07 15:26:04

AK Parti, HDP ve Çözüm Süreci

TİMETURK | HABER MERKEZİ

Türkiye Müslümanlarının 28 Şubat'la beraber içine girdikleri savrulma, dağılma ve kafa karışıklığı; 2014 yılı başlarından bu yana ülkede yaşanan seçimler ve bu süreçteki farklı konumlanmalarla iyice kendini belli eder hale geldi. İktidara Müslüman insanların yönettiği bir siyasal parti gelince; demokrasi ve siyasal partili yaşama bakış, laik bir düzende bu iktidarla ilişkinin “nasılı, niçini” konusu, muhalif karakteri olan tüm hareketler için çok hassas olunması gereken kaygan bir alan oluşturuyor. Kürt Sorunu ve bu bağlamda PKK ve türevlerinin yapıp ettikleri ile hükümetin ve/veya devletin açılım/milli birlik ve kardeşlik/çözüm süreci gibi başlıklarla yönettiği süreç ve sürecin Suruç saldırısı sonrası geldiği durum, hele hele Suriye'de yaşanan iç çatışma ve bu çatışmada taraf olunan konuma denk gelişen ulusal ve küresel paralel konumlanmalar ve bu savaşın yol açtığı irili ufaklı ülke içi ve dışı sorunlar ile yine bu savaşın Kürt Sorunu ve çözüm süreci ile ilişkisi gibi yine çok hassas durumlar ne yazık ki hem ülke halkımızın kahir ekseriyetinin ve hem de Müslüman sosyal/siyasal kişi ve çevrelerin kafasını allak bullak etmiş görünüyor. Yoğun küresel ve ulusal algı operasyonları, ustaca planlandığı belli bir dezenformasyon furyası, yine ulusal ve küresel, objektif ve sübjektif etki ajanlarının yoğun çabaları da bu kafa karışıklığını iyice içinden çıkılmaz hale getiriyor. Bir yanda iktidar partisini kendisinden her tür iyiliğin ve güzelliğin beklendiği idealist bir İslami hareketmişçesine yer yer kutsama ve her eksik veya hatasını tevil tavrı, öte yandan bu iktidar partisinin üzerine oturduğu zemini, iş yaptığı konjonktürü, ülke içi dışı imkân ve zorlukları ve her şeyden daha da ötesi belki de sahip olunan zihin yapısının kendi içinde barındırdığı çelişkileri görmezden gelip her negatif gelişmeden yine iktidar partisinin sorumlu tutulması, ülke içi ve dışı yaşanan yakıcı sorunları kendi bağlamından koparıp bunları adeta iktidar partisi tarafından üretilen/türetilen/beslenen unsurlar olarak görme ve lanse etme çabası ve beraberinde adalet ve insafını kaybedip mevcut iktidarın son 12 yılda yaptığı tüm iyi şeyleri de elinin tersi ile itip tümden mahkûm etme tavırları bu hastalıklı ve ikircikli duruşun güzel bir örneği. Bundan daha da ilginci ve gerçekten çok dikkat çekici olanı, kuruluşunda silahlı propagandayı mücadelesinin esasına oturtmuş ve önceleri Marksist-Leninist, sonraları şartların değişmesi ve konjonktör gereği gittikçe Sosyalistleşmiş ama uygulamada hep Stalinist olmuş bir örgüt, kurduğu bir siyasal parti ile kendine demokratlık maskesi takmakta, ülkenin değişik solcu türevlerini, yer yer liberallerini ve çok daha da ilginci Müslüman çevreleri bile etkisi altına alıp kendi saflarına katabilmekte ve kendine oy verdirtebilmektedir. Tüm bu durumlara karşı, yaşanan çok yoğun günlük trafiğin etkisinden arındırılıp üzerinde düşünülmeden, araştırılıp gerekli okumalar yapılmadan, kimin gerçekten kim olduğu, neyin neye hizmet ettiğine dikkat edilmeden alınacak tavır ve duruşlar hiç şüphesiz sorunlu olacaktır ve ilerde bir gün, pişmanlık ve belki de onarılması güç veya imkânsız noktalara bizi taşıyabilecektir.

Bu noktada her bir konuya ilişkin etraflıca değerlendirmeler yapmak, konuya etki eden parametreleri dikkate alıp sağlıklı analizler yapmak çok önem taşıyor. Biz âcizane, hayat referansımız olan Kitab-ı Kerim'in ve Hz. Resulü Ekrem'in yol göstericiliğinde bizce doğru olduğuna inandığımız düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız. Bunu yaparken doğruya doğru, yanlışa yanlış demeye, kıvrılıp yamulmamaya ve hak bildiğimizi net bir şekilde ama kırıcı, saygısız olmadan söylemeye çalışacağız. Hiç şüphesiz amacımız faydalı olmak, üzüm yemektir; bağcıyı dövmek değil.

Bu girişten sonra günümüz Türkiyesinde aciliyet arzeden ve tekrar çatışmalı sürece evrilmesiyle de yine can yakmaya başlayan Kürt Sorunu ve çözüm süreci ve bu bağlamda 1 Kasım seçimlerine giderken bizce nerde ve nasıl durulması gerektiğine ilişkin yorum ve değerlendirmelerimizi çok detaya girmeden ama önemli köşetaşlarına da sadece dokunarak paylaşmaya çalışalım.

Toplumda genel bir konsensüsle Kürt Sorunu diye tabir edilen sorunun kökeni, malum Cumhuriyetin kuruluş yıllarına dayanıyor ve ordan 12 Eylül 1980 ve sonrası yıllarla Kemalist ulusçu zihniyetin egemenliğinde gittikçe kangren haline gelen bir soruna dönüşüyor. Sorunun başlangıcı Kürt isyanları, şark kanunları, Kürt sürgünleri, ülkede gerçekleşen askeri darbe dönemlerinde zaman zaman yoğunluğu artıp azalan ama hep var olan inkâr ve asimilasyon politikaları, Cumhuriyetin kuruluş paradigması, emperyalizmin sürece etkisi ve daha temelde ulusçuluk akımları bu yazımızın konusu değil ama bir kere bu ülkede bir inkâr ve asimilasyon süreci yaşandığı ve bu amaçla çok büyük zulümlere imza atıldığı gerçeğine vurgu yapalım. Bu yaşanan zulme ve o dönem ülke içinde yaşanan başka sosyal problemlere karşı o günün dünyasının moda muhalefet akımları olan sol ve sosyalist fikriyat, bir karşı duruş sergiledi ve bu karşı duruş önce 12 Mart sonra da 12 Eylül askeri darbesi ile ezilmeye çalışıldı. Burada darbecilerin kendilerinin olayları kışkırtıp büyüttüğü ve ülkeyi yönetilemez hale getirmek adına örgütler içine ajan provokatörler yerleştirdiği gerçeğini kabul edip esas konumuza devam edersek; sorun, sol zihniyetten beslenen Kürtçü hareketlerin de özellikle 70'li yıllarda boy gösterip gittikçe güçlendiği ve 80'lere gelirken PKK hareketinin çoğu şüpheli eylemliliklerle bölgede diğer örgütleri bastırıp öne çıktığı ve bölgede bazı il ve ilçelerde etkin hale geldiği bir sürece evrildi. 12 Eylül darbesi, PKK'nin ülke dışına çıkışı ve kır gerilla mücadelesine hazırlık evresi, bu süreçte Diyarbakır Cezaevinde yaşanan işkence ve baskıya karşı gelişen destansı direnişler ve derken 15 Ağustos 1984'te başlayan silahlı mücadele ile Kürt Sorununda başat rol oynayan bir aktör olarak PKK, Türkiye ve Ortadoğu sahnesine çıkmış oldu. Hiç şüphesiz bu örgüt, sonrasında çok evreler geçirdi. Gerek fikri yapısı, gerek strateji ve taktikleri, gerek kadroları gerekse değişik örgüt, çevre ve ülkelerle dönem dönem artan azalan ilişkileri ile duruma göre konum ve tavır alan bir esneklikle kendini bugünlere taşıdı. Burda karşısında mücadele ettiği güç olan Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin veya genel toplamda devletin bu örgütle mücadele adına yaptıklarının ne kadar örgütü geriletip zayıflattığı veya ne kadar geliştirip güç kattığı konusu ayrı bir değerlendirmede ele alınmayı hak ediyor. Nitekim devlet, 2005'te Ak Parti üzerinden ve daha öncesinde Özal, Demirel ve Mesut Yılmaz üzerinden yapılan hataları ikrar etti.

Ak Parti'nin iktidara gelmesi ile ülkede başlayan dönüşüm ile beraber Sayın R.T.Erdoğan ülkenin çözülemez addedilen sorunlarını adım adım çözme, ülkeyi geleceğe taşıma iradesi ve belediye başkanı olduğu yıllardan beri inandığı ve baş koyduğu “Yeniden Büyük Türkiye” ideali doğrultusunda Kürt Sorununu da diğer büyük sorunlarla beraber temelli olarak çözme ve ülkenin gündeminden çıkarma gibi çok iddialı bir hedefi önüne koydu (Bu hedefin doğruluğu veya yanlışlığı konusunu bu yazıda tartışmıyoruz).Fakat bazı diğer büyük hamlelerinde olduğu gibi Kürt sorununda da hem ülke içi dengeler ve devlet içinde yaşanan adı konulmamış hakimiyet savaşı, hem muhataplarının konuya bakışları ile sahip oldukları uluslararası ilişkiler hem de Ak Parti kurucu iradesinin bu konularda kafasının net olmaması gibi gerçekler Kürt Sorununu çözme adına atılan adımları geniş bir zamana yaydı ve çoğu kere gelgitlere sebep oldu.

Hiç şüphesiz sorunun tarihselliği, büyüklüğü, bir yönüyle bir iç sorun gibi duruyorken öbür yönden aslında devasa uluslararası bir sorun olması, ülke içi Cumhuriyet ideolojisinin zerkettiği milliyetçilik zehrinin; toplumun küçük bir kesiminde çok fazla ama çok büyük bir kesiminde hatta görece dindarlarında bile az da olsa etkisi bu konuda atılacak adımları zorlaştıran unsurlar olarak ortadaydı. Bu noktada Ak Parti hükümeti süreci yönetirken çok gelgitler yaşadı, Lenin'in meşhur kitabına ad olan ama mevcut halimizi iyi resmeden “Bir ileri iki geri” adımlar atarak bir yandan içerde askeri vesayetle, dışarda küresel vesayetle mücadele edip bir yandan da süreci götürmeye çalıştı. Tüm bu yaşanan süreç boyunca Ak Parti'nin yaptığı en büyük yanlış; açılım adına atılan adımların, yapılan iyileştirmelerin adeta bir periyoda bağlıymış ve karşılıklı bazı tavizlerle orantılıymış gibi görünmesi oldu. Bu noktada Kürtlerin de bu topraklarda Kürt kimlikleriyle ama eşit yurttaşlar olarak yaşamaları için gerekli tüm adımları herhangi bir şarta veya görüşmeye bağlamadan, kendi şartları içinde adım adım atmayı deneyip Örgütle de silahlı mücadelenin sona erdirilmesi görüşmelerini tamamen teknik bir çalışma içinde yürütebilseydi, belki bugün herkes için daha iyi sonuçlar alınmış olacaktı. Burada yine küresel ve bölgesel aktörlerin rollerini, planlarını, çıkarlarını ve bu sürecin bu güne gelmesindeki paylarını kabul etmekle beraber şimdilik değerlendirme dışı bırakıyorum. Hükümetin genelde Kürt sorunu ve özelde Çözüm sürecine yaklaşımı, dış politika ve küresel vesayet ile ilişkiler,Suriye politikası,ekonomi ve sosyal politikaları,siyaset dili ve hükümet etme tarzı ile ilgili eleştiri ve değerlendirmelerimizi ayrı bir yazıda ele alacağımızı söyleyerek konumuza devam edelim.

PKK açısından bakıldığında ise Türkiye'nin 2005 sonrası şartlarında, hatta 1999'da süresiz ateşkes ilan ettikten sonra bir daha silahlı mücadeleye başlamasının maddi temelleri objektif olarak yok. Örgütün 2000'li yıllardaki silahlı mücadelesi; aslında ilk çıkış yıllarındaki zulme başkaldırı, inkar ve asimilasyonun boşa çıkarılması gibi meşru zeminlerden koparak gittikçe kendini korumaya alma, kendine egemenlik alanı yaratma, kendini dayatma ve bazen de küresel ve bölgesel bazı güçlerin işbirliğiyle gücüne güç katıp pazarlık masasında elini güçlendirme gibi amaçlara dönüştü. PKK aslında nerdeyse 16 yıldır kendi açısından da maddi temelleri olmayan sanal bir nedene dayanarak ölüyor ve öldürüyor. Çünkü değişen Türkiye koşullarında tüm pratiklerini ölüp öldürmeden de yapma imkânlarına kavuştu.2000'lerin devleti bu şansı PKK'ye tanıdı ve Ak Parti'li Türkiye Cumhuriyeti özellikle çözüm süreci ile bu anlamda tamamen örgütün önüne engin bir siyasal alan açtı. PKK bu siyasal alanı değişen isimlerle kurduğu partiler eliyle değerlendirirken bir yandan da silahı bırakmayarak devletle çatışmasızlık döneminde o silahı yerel halk üzerinde bir egemenlik kurmak için kullandı, devlet de bunu gördüğü halde muhtemelen çatışma olmaması ve belki de sorunun nasılsa temelli hallolacağı inancıyla buna tepki vermemeyi tercih etti. Bu süreçte PKK, birçok il ve ilçede elde ettiği gücü, çoğunlukla çözüm süreci döneminde silahlı propagandayı devlet korkusu olmadan rahatça yapabilmekle buldu. Hem yerel sivil halka hem bölgedeki geleneksel güç merkezlerine (aşiret ve tarikatlar ) ve hem de muhalif diğer hareketler ve özellikle de İslami kesime son birkaç yıldır yönelen Örgüt tehdidi ve şiddeti,çözüm süreci boyunca devlet tarafından görmezden gelindi.
PKK'nin yönetici kadrosunun zihin yapısı ve arkaplanları, yayımladığı kitaplar, görsel ve yazılı basın organları takip edildiğinde ve şu an HDP ve DBP adıyla siyaset yapan legal oluşumların da genel söz, eylem ve tutumlarına bakıldığında saydığımız alt birimlerin tamamının çatısı olan KCK'nin, laik sosyalist bir düşünce ve inanışa sahip olduğunu görürüz. KCK, Hem gerilla gücünü hem yerel milis ve militanları,hem de erişebildiği ve örgütleyebildiği tüm sempatizan ve destekçilerini bu düşünce doğrultusunda eğitip yönetmektedir. HDP,DBP veya DTK bünyesinde bazı farklı fikir sahiplerinin mevcudiyeti, bu yapılanmanın yöneticilerinin ve onlara hakim olan zihniyetin değiştiği anlamına ne yazık ki gelmiyor. Bu daha çok kendine güveni gelişmiş, kendi kurumlarını oluşturmuş, gerekli örgütlenmeleri sağlamış bir gücün kitleselleşme aşamasında kendi gibi düşünmeyenleri de kendi amaçları doğrultusunda sürece katma ve yine ne yazık ki onları kullanma amacıyla girişilen bir taktik gibi duruyor. Dikkat edildiğinde Ortadoğu ve hatta diğer bölgelerde geçmişte sol ideolojiye sahip bazı örgütlerin ya tamamen veya kadrolar düzeyinde Müslüman olduklarına, İslami dünya görüşüne göre kendilerini yeniden yarattıklarına şahit olduk. PKK hareketi ve türevlerinde bildiğimiz kadarıyla parti kurucu kadroları ve sonradan parti içinde etkili noktalara gelen isimlerden veya böyleyken partiden ayrılanlardan ya da örgüt içinde etkin pozisyonda olanlardan İslami dünya görüşüne sahip kimse çıkmadı ve kimse de böyle bir dönüşüm geçirmedi. Bu dönüşümü geçiren vardıysa da veya varsa da biz henüz bilmiyoruz. Bu gerçeklik ve örgütün genel düşünce ve inanç yapısı da sorunu Türkiye'de Ak Parti ile çözmesi önünde bir engel olmuş olabilir. Örgüt yöneticileri, Ak Parti gibi kurucu kadrosu Müslüman/İslamcı olan bir parti eliyle bu sorunun çözülmesindense bunu Türkiye'nin laikleri ile çözmeyi tercih eder görünüyorlar. Özellikle çözüm sürecini başlatıp süreci sonuna kadar götürmeye istekli olduğu aslında baştan bilinen (kamuoyunu aldatma amaçlı algı operasyonlarında kullanılan dili es geçiyorum) ve başkanlık hedefi ile de aslında tam da örgütün taliplisi olduğu yerel özerklik imkânlarının gündeme geleceği bir imkânı seçim sonrasında Ak Parti ile koalisyon kurarak rahatlıkla yapabilecek olan HDP, hem ideolojik tercih, hem uluslararası güçlerin yönlendirme ve teşvikleri (Rojava ve devamı olasılıklar ) hem de yerel bazı işbirlikçiler eliyle bir yeni ortaklığa çağrı sonucunda “seni başkan yaptırmayacağız” başlıklı bir karşı mücadeleyi tercih etti.

Gruplarının amiral gazetesinin isminin altında “Türkiye Türklerindir” yazan bir medya devi ile Türkiye'nin büyük sermaye grupları ve çok genel olarak beyaz Türkleri-kaymak tabakası, geçmişte insanlara pislik yedirildiğinde tepki vermeyip içten içe düzeni sahiplenenler, Ahmet Kaya için “Vay şerefsiz” diye manşet atanlar nasıl oldu da HDP'nin ve bu algı operasyonuna göre Kürt halkının bir anda dostları oluverdiler.

Yaşanan savaşta kaç kişinin hayatını kaybettiği konusu,bu oyunu kuranların umursamadıkları bir durum.Sonuçta hayatını kaybeden asker, polis, korucu, militan,milis veya sivil vatandaş bu toprakların evlatları,kahir ekseriyeti Müslüman olan anne ve babaların çocukları.Yitirilen canlar,verilen kayıplar ve devasa maddi manevi hasar,İslam ve insanlık düşmanlarının ağzında birer istatistik verisinden ibaret.Onlar sonuçlara bakıyorlar ve elde etmek istedikleri hedefe odaklanıyorlar.Geçmişte canlar konusunda hem devlet hem de PKK alabildiğine pervasız iken bugünün devleti eskiye oranla daha dikkatli ama Örgüt,bırakın sivilleri ve asker/polisi,kendi mensuplarının canlarını muhafazada bile çok cesur ve kaygısız görünüyor. Dağlarda, kamplarda veya sığınaklarda yıllardır bir yaşam süren Kürt gençlerinin artık uğruna dağa çıktıkları dava için ölmelerinin gerekmediğini görmeleri gerekiyor. Küresel ve yerel savaş baronlarının onların kanları üzerine kurdukları korku imparatorluğunu dağıtmak, herşeye rağmen, dağlara kendini vuranların da aslında bu toprakların değerleri olduğunu bilip onları bu savaş baronlarının esaretinden kurtarmak gerek.

Bundan sonraki süreçte Örgüt,eğer biraz insan yaşamına saygı duyuyorsa Türkiye'den tüm silahlı güçlerini çekmeli. Ülke içinde kadrolarının, milislerinin silah kullanmasını kesinlikle yasaklamalı, tamamen sivil ve yasal bir görünüme kavuşmalı, vereceği mücadele her neyse (Kürtlerin hakları mı, laik sosyalist bir diktatorya mı, demokrasi mi ) ,bu mücadelesini artık legal yollardan vermeli. Dağlarda, kamplarda, sığınaklarda Kürt çocuk ve gençlerinin artık gereksiz yere çektikleri perişanlığa bir son vermeli, ülke içinde yerel bazda halk üzerinde kurduğu yarı zoraki egemenliği gönüllü bir yönetime talip olmaya değişmelidir. Kürtlerin ve Türkiye'nin hayrına olan budur. Ülke dışında silahlı gücü olacak mı, olmalı mı, olmamalı mı, ne şekilde çözülmeli konusu ayrıca değerlendirilip bir karara bağlanmalıdır.

Devlet/hükümet, şu ana kadar atılan adımları kalıcılaştırma ve henüz eksik bırakılan hususları da (ana dilde eğitim, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi /yerel özerklik veya eyalet sistemi, vatandaşlık tanımının değiştirilmesi gibi hususları) tamamlamayı hiçbir şart ve kurala bağlamadan programlama ve yeni bir anayasa ile bunları güvenceye almalıdır. Bunlar bu şartlarda laik demokratik Türkiye Cumhuriyetinde olabilecek olanın en ileri adımı olacaktır.

Bazılarımız gördüklerini ve okuduklarını olduğu gibi değil kendi kalıplarına uyarlayıp anlamaya müsait oldukları için burda şu vurguyu da her ne kadar yazımızın konusu değilse de yapmakta yarar var; Müslümanların öz,net,arı,duru ve bağımsız duruş sergilemeleri gerektiği, Fıtrat dini olan İslam'ın mesajını örtecek perde ve görünümlere savrulmamaları gerektiği ilkesel doğrusunu hatırda tutalım.Bu bağlamda Müslümanlar ve siyasal partilerle ilişkiler konusunu ayrıca değerlendireceğiz.
Bu arada yazımızı noktalarken son birkaç aydır Örgütün gittikçe etkin hale gelmesi ve siyasal kanadın seçimlerde beklenenin çok üstünde oy almış olmasından yola çıkarak mazlum halkı suçlamaya ve olanlardan bölge sakinlerini de sorumlu gibi göstermeye çalışan bazı kendini bilmezlerin kullandığı dilden bahsetmek gerek. Bu halkı kendileri için yapılanları takdir etmeyen nankörler gibi lanse eden bu zehirli dilin sahipleri, aslında bölge halkını kimlerin insafına teslim ettiklerine bir daha dönüp bakmalılar. Halkın asli temsilcileri ortalarda görünmüyorken amacı başka da olsa birilerinin bu halka öncülük etmiş olmasından bu halk değil, kendilerini bu makama namzet görenler sorumludur. Yüce Kitap'ta buyurulduğu üzere : “4/NİSÂ-75: Size ne oluyor da, Allah yolunda ve "Ey Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan şu beldeden kurtar ve rahmetinle bize sahip çıkacak bir koruyucu ve destek olacak bir yardımcı gönder!" diye yalvaran güçsüz erkekler, kadınlar ve çocuklar (mustaz'afin) için savaşmıyorsunuz? “
Vesselam…

Haber Ara