Şöyle oldu;
ABD'li bir kongre üyesi çıktı ve dedi ki “Onlara yiyecek verirseniz bu demokrasidir, eğer yiyeceklerin üzerine markalarınızı yapıştırırsanız bu emperyalizmdir.” Böylece çok kullanışlı bulduğumuz, dilimize pelesenk ettiğimiz ancak tam olarak ne anlama geldiğini bilmediğimiz emperyal kültürün tanımını anlamış olduk böylece.
Sonra Saddam Hüseyin'in 54. yaş günü partisindeki müzik tercihine takıldı kulağım: Frank Sinatra tüm meşhurluğuyla “My Way” diyordu. Aslında Amerikan demokrasisi, Irak'a bombalardan çok önce varmıştı.
Amerika, yaşam tarzını “Hollywood” ile kendinden önce götürdü gideceği yere. Buna önce biraz ürkekçe ama sonrasında var gücümüzle “kültürel emperyalizm” dedik. Amerikan rambolarını, “Welcome to Iraq” diyecek kadar iyi tanıyordu Iraklılar. Onların, en zor şartlarda bile hayatta kalmayı başardıklarını biliyordu Irak'ın gençleri çünkü filmlerde hep onların tarafını tutmuşlardı, zaferlerine sevinmişlerdi… Silahtan daha etkili olan bu kültürel ihraç, görsel çekiciliğin etkisiyle de başarısını arttırıyordu. Güzel Amerikan kızlar, yenilmez ve yakışıklı erkekler… Bu albenili hikayeler, uzaktaki düşmanımızla(!) yakınlığımızı sağlarken üzerimize doğrultulmuş bu kültürel silaha çoktan teslim olduğumuzu fark etmedik bile. Saddam da bunu fark etmemişti doğum gününde.
Sonra…
Drink Coca Cola'ya karşı bir farkındalık kazandık, ters yüz etmeyi de öğrendik bu dudağı rujlu vahşi sinemayı. Gerçi Coca Cola ‘hayırlı ramazanlar' deyince biraz gevşesek de boykot ettik üzerinde onların etiketleri olan markaları.
Ancak gözümüzden kaçan bir şey vardı…
Kendi hayat tarzını ve yönetim biçimini başka ülkelere ihraç etmekte Amerika yalnız değildi. İran, devrimini ihraç etme gibi bir hevese kapıldı ancak bunun ciddi maliyetleri olduğu anlaşılınca da Rafsancani döneminde taktik değiştirildi. Devrimi ihraç etmenin en iyi yolu Rafsancani'ye göre özenilesi yaşam tarzı oluşturmaktı/mış. Bunun için Amerika'nın kültürel emperyalizmini taklit ederek bir sinema sektörü ve müzik piyasası oluşturuldu.
Bir bardak çaya bilmem kaç lira verilen lüks bir kafenin müzik tercihleri arasında İranlı sanatçılara yer verilmesi bir tesadüf mü? Fransızca, İngilizce, Farsça şarkılar… Sorduk ilgili kişiye “Bu şarkının hangi dilde olduğunu biliyor musunuz?” diye. Evet, biliyoruz Farsça. Müşterilerimiz çok beğeniyorlar, dedi. Oysa şarkıda Humeyni övülüyordu ve müşterilerin ekseriyeti bunu bilmiyordu.
Farsça müzikler gerçekten kaliteli, dedik kendi aramızda. Türk olanımız Abdi Efendi'yi bilmiyordu, Abdulkadir Nasır Dede'yi de. Kürt olan bense iki dengbej ismi sayamayacak kadar cahildim. Ancak bize sunulan Farsça şarkılardan çıkardığımız sonuç: İran müziğinin kalitesinin yanından bile geçemezdik. Bizde arama motorlarına girince rahmetli Azer Bülbül'ün şarkılarına da denk gelinir, Ahmet Kaya'nın protest şarkılarına da, yüksek sanat eseri nadide parçalara da. İnternetteki Farsça müziklerin tek tek karıştırdım -çok azı hariç-genellikle detonesiz ve kaliteliydi.
Bunların şoförleri ne dinler Farid Farjadi mi? Mesela, kimse dinlemez mi ‘ham çökelek'li şarkılar?… İran görmüşler kıs kıs gülüyordur bu sözlere çünkü İbrahim Erkallar, İbrahim Tatlısesler taksilerde en çok dinlenenler arasında.
Fakat durun! Aklımıza İran'ın internet üzerindeki denetimi geliyor ve film orda kopuyor… Yani İran'ın müzikler yoluyla dünyayı fethetme planı varsa kötü müzik koydurur mu internete?
İlginçtir İran müziğinin Türkiye'deki dinleyici kitlesi eğitimli insanlar. Çevreme bakıyorum da ‘farklı' olma iddiasındaki arkadaşlarımın çoğunluğu hunharca İran filmi seyrediyor, İran müziği dinliyor ve mutlaka İran'a gitmek istiyor, bir gün Farsça öğrenmek istiyor, ben de dahil!
Ekseriyetle de, İran'ın dış siyasetine kesinlikle karşıyken İran edebiyatının dehlizlerinde kaybolmadan ölmemek gerektiği hususunda hemfikiriz. Furuğ Ferruhzad'ın mısraları aforizma olarak en çok rağbet görenlerden.
Bütün bunlar kendi doğal akışında mı oluştu gerçekten de? Çok rica ederim beni kültürel paylaşım/etkileşim düşmanı ilan etmeyin, sadece çağrışımların evvelce kodlanmış olup olmadığını veyahut bir İran kültürel emperyalizminden bahsedip bahsedemeyeceğimizi soruyorum.
Hadi eskiden kalma bir duygusallık var dindar kesimin İran'la. Ama her ay birkaç Kürdü idam eden İran'a karşı Türkiye Kürtlerinin sempatisine ne diyeceğiz? Türkiye'ye kin kusan üniversiteli Kürtler de Farsça müzikler çalıp, santurla aşka gelip, bir araya geldikleri ilk fırsatta İran sineması izliyorlar. Farsçayı öğrenme istekleriyse diğerlerinin ki gibi mahfuz.
Oysa Kırgız müziği dinleyebilirler mesela, hem Kırgızların Kürtlerle hiçbir sorunu da yok. Müzikleri de bence İran müziğinden aşağı kalır değil. Türkiye'de ise her ay Kürtleri idam etmeyi bırakın, bir Hurşit kayboldu kıyameti kopardılar.
İran'ın bu kültürel emperyalizmi çok planlı bir şekilde ihraç edemediğinin farkındayım. Özellikle Şah Döneminin seküler İranlıları, Devrimden sonra ülkeyi terk ettiklerinde kendileriyle birlikte “yüksek sosyete”ye ait yaşam tarzını, aristokrat kesime ait “yüksek sanat”ı da dışarıya çıkardılar. İlk etapta anti-İran propagandası gibi başladıysa da bir süre sonra İran, bunu avantaja çevirmeyi başardı ve diasporadaki İranlılar sayesinde bir İran kültürü reklamı yaptı. Sonrasındaysa bilinçli olarak kültürel yayılmacılık işine giriştiğini sanıyorum.
Hülasa, doğum günü partilerimizde Farsça şarkılar çalmaya başlayalı epey oldu, farkında mıyız?