Büyük romancımız Tarık Buğra'nın 100. doğum yıldönümünü idrak ediyoruz.
“İdrak ediyoruz”, dediğime bakmayın; idrak edemiyoruz aslında!
Bir Tarık Buğra'nın sanatına; sanat ve fikir hayatına; edebiyatımıza, romanımıza, dilimize yaptığı çığır açıcı katkıya bakıyorum...
Bir çektiği çilelere, sanatsal iktidar tarafından nasıl aforoz edildiğine, yaşarken nasıl mevtâ muamelesi gördüğüne, nasıl ademe mahkûm edildiğine bakıyorum...
Bir de, 100. doğum yılında bile, sanki üzerimize ölü toprağı serpilmişçesine; sanki böyle bir edebiyat, sanat, düşünce ve dil ustası bu ülkede yaşamamış gibi; bizim için, bu ülkenin kültürü, sanatı, geleceği için dalgakıranlar gibi savaşmış; onca itilip-kakılmaya, yok sayılmaya aldırmadan romanda, tiyatroda, hikâyede, denemede çığır açacak bir külliyat ortaya koymak için, bu toplumun yok edilen, kurutulan ruhköklerini yazdığı bütün metinlerde yeniden diriltmek için ter dökmüş, kafa patlatmış, sanat, edebiyat ve kültür hayatımızı istilâ eden yerli sömürgecilerin bütün saldırılarına, yıkımlarına neredeyse tek kişilik ordu gibi direnmiş, aslâ teslim bayrağı çekmemiş, aslâ yılmamış, aslâ yıkılmamış, aslâ yalpalamamış, bir kaç kuşağı beslemiş, gelecek kuşaklara kalacak, ön açacak kalitede eserler vermiş Tarık Buğra'yı, bir sanat, edebiyat öncüsünü, yüzüncü doğum yılında bir kez daha ademe mahkûm ettiğimizi görüyor ve kahroluyorum!
TARIK BUĞRA DİYE BİR USTA YAŞAMADI BU ÜLKEDE, DEĞİL Mİ?!
Düşünsenize... Ülkede onca sözümona muhafazakâr televizyon, tonla muhafazakâr gazete, onlarca muhafazakâr “enver-usta” (!) (üniversite) var!
Hepsi de sanki Tarık Buğra gibi bir öncü bu ülkede yaşamamış gibi hareket ediyor, hepsi de sanki böylesine çilekeş bir öncü bu topraklardan geçmemiş gibi davranıyor!
Bir kurum, Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul şubesi, nihayet hatırlıyor Tarık Buğra'yı ve bir anma programı düzenliyor!
Fakat programa kimse gelmiyor: Öğrendiğime göre, salonda 20-25 kişi var sadece!
“Söz”ün bittiği yerdeyiz; hiçbir değerinin, kıymetinin olmadığı, kalmadığı bir yerde!
Tiyatromuza, hikâyemize, dilimize yaptığı katkıları geçtim, sadece iki romanı, Osmancık ve Küçük Ağa bile, Tarık Buğra'nın büyük, öncü bir sanatçı olması için yeterdi.
Bu iki roman, sadece roman olarak kalmamıştı o yüzden.
Meselâ, rahmetli Yücel Çakmaklı Ağabey tarafından başarılı, öncü televizyon dizileri olarak uyarlandığında, Türkiye'de olay olmuştu.
Dünya tarihini değiştiren büyük bir medeniyet atılımının öncülüğünü yapmamıza rağmen -ve elbette bunun için- tarih bilinci linç edilmiş bir toplum, geniş kitleler, hem uzak hem de yakın tarihimizle ilgili ilk kez kendisiyle, kendi tarihî bilinciyle, kendi dünya-tarihsel birikimiyle yüzleşme imkânına kavuşunca, ülke genelinde, toplumun bütün kesimlerinde bir heyecan dalgasının oluşmasına yol açmıştı bu Tarık Buğra uyarlamaları.
Ama gelin görün ki, bu usta romancımızın hayatımızda, edebiyatımızda, dünyamızda esamisi bile okunmuyor bugün!
Oysa yüzüncü kez doğduğu bir zaman diliminde, Tarık Buğra'ya, toplum olarak, ülke olarak, devlet olarak hak ettiği değeri vermemiz boynumuzun borcu değil mi?
Her yerde, televizyonlarda, gazetelerde, okullarda, evlerde yüzüncü doğum yıldönümünde Tarık Buğra'nın, eserlerinin, dalgakıranlara karşı verdiği o sarsılmaz varoluş mücadelesinin konuşulması gerekmiyor mu?
KAZANA KAZANA KAYBEDİYORUZ, FAKINDA MISINIZ?
Ey hakikat yolcusu!
Nedir bu?
Kazana kazana kaybettiğimizin resmidir!
Geleceği kaybetmek üzere olduğumuzun habercisi!
Bil ki, “kültür”, bir toplumun, ruh “senfoni”sidir.
(“Kültür” kavramı da bize ait değil, “senfoni” kavramı da. Ama şimdilik derdimi iyi ifade ettiğini zannediyorum bu cümlenin. Bu sütunun düzenli okuyucuları, burada çok sayıda kültür felsefesi yazısı yazdığımı iyi hatırlarlar).
Evet, “kültür”, bir toplumun diriltici, yol açıcı, kanatlandırıcı ruh yolculuğunun adı ve adresidir.
Bir toplumun kültürünü oluşturan fikir, sanat, edebiyat hayatı; romanı, şiiri, hikâyesi, müziği, sineması, tiyatrosu, mimarisi her biri kendince, kendi dilince bu ruh yolculuğunu terennüm eder; bu ruh yolculuğunun şarkısını besteler; toplumun geleceğinin yol haritasını çizer, kilometre taşlarını döşer; toplumun toplum olmasını temin eder; her dem taze her dem yeni, her dem diriltici bir ruh üfler hem topluma hem de dünyaya...
Kültür, tam da Tarık Buğra'nın dediği gibi, “olmak ya da olmamak” meselesidir.
Kültürünüz varsa, varsınız ve bir dünya kurarsınız.
Kültürünüz yoksa yoksunuz, yalnızca bir kadavrasınız ve yok olmaktan kurtulamazsınız.
Bu yazı, bir çığlıktır!
Kültürü olmayan, kültürünü yok sayan bir toplumun, en zor şartlarda bile kültürünü yeşertemeyen, yenileyemeyen bir toplumun geleceğinin olmayacağını, olamayacağını, yok olmaktan kurtulamayacağını haykıran bir çığlık!
Tarihin ironisi şu aslında: Kültür, düşünce, sanat zor zamanların çocuğudur. Bütün çığır açan büyük düşünürler ve sanatçılar, zor zamanlarda ortaya çıkarlar: Konfüçyüs'ten İbn Arabî ve İbn Haldun'a, Nietzsche'den Dostoyevski, James Joyce, Kafka ve Tarkovski'ye kadar...
Doğumunun yüzüncü yılında büyük romancımızı, dilimizi taptaze ufuklara taşıyan büyük sanatçımız Tarık Buğra'yı, rahmetle ve şükranla anıyorum.
Bu çığlığın, tarihe not düştüğünü biliyorum.
O yüzden bu ülkenin çocuklarının bir gün, ülkesi için; sanatı, düşüncesi, medeniyeti için; dondurucu, yakıcı bir kış mevsiminin, yok edici, ürpertici bir fırtınanın ortasında dalgakıranlar gibi savaşarak bize muazzam bir dünya kuran, önümüzü açacak çığır açıcı eserler ortaya koyan bu büyük ustayı ve bütün diğer öncü isimlerimizi hak ettiği yere yerleştireceği günleri, öncülerine sahip çıkacağı o gönendirici zamanları yaşayacağı bir vaktin de geleceğini umut ediyorum.
Masa'sız, kasa'sız yaşanır; ama kültürsüz, düşüncesiz, edebiyatsız, sanatsız ve ruhsuz yaşanmaz. Vesselam.